Pek uzun zaman geçmemesine rağmen artık beni yorduğunu hissettiğim bir ilişkiyi kendimce doğru, arkadaşlarıma göre gereksiz, kız arkadaşıma göre saçma sebepler sunarak bitirmeye çalışıyordum. Çoğu ilişkide karşılaşılan bir tarafın diğerini daha fazla sevmesi durumundan kaynaklanan ve benim az seven tarafta olmam, ilişkiyi sıkıntıya sokmuştu. Karşı tarafın daha fazla üzülmemesi için bu sıkıntıyı yüklenip bütün sorunun kendimde olmasını sağlamak zorunda kaldığım küçük oyunlar oynuyordum. Aslında doğru zamanda doğru kişi ikilisini tutturamamış kişilerdik o kadar.


Anlamsız kıskançlık krizlerine karşı tepkisizliğim (ne desem boş düşüncesi ile) ise bu süreci zora soktu. Bazı bahanelerimi sunarken karşı tarafın duygusal yoğunluğundan doğan fiziksel tepkilere de maruz kalıyordum ara sıra (ufak çaplı yumruklar ve çimdikler falan). Hararetli bir konuşmanın sonunda bahanelerimi kabullendirip yanından uzaklaşma fırsatını yakalamış ve hızlı adımlarla Buselerin evinin birkaç sokak ötesine kendimi atmayı başarmıştım. Ayrılık konuşmasını yaptığım sırada yaşadığım stres ve sonrasındaki rahatlamadan olacak ki omurilik soğanımdan belime kadar olan bütün omurlarımın içinden sıcak lavlar geçmişti sanki. Esen sert rüzgâr ise terleyen alnıma serinlik vermişti. Yolun diğer tarafındaki büyük parka gidip sigara eşliğinde kendimi dinlemeyi planlayarak karşıdan karşıya geçtim.


Sonra bir anda bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Etrafımda yağmurdan saklanıp altına gireceğim bir yer olmadığından sakince yürümeye devam ettim. Şiddetli yağmurun çıkardığı sesin verdiği huzuru yakaladım. Dünyayı bütün pisliklerinden arındırıyordu sanki. İçimden geçirdiğim o tuhaf duyguları yazmak istedim ancak üzerimde not edebileceğim hiçbir şey yoktu. Belki göz kapaklarımın ardına birkaç hatırlanacak iz bırakabileceğimi düşünüp gözlerimi kapattım. Büyük bir aydınlık hissettim ve hemen ardından gök gürültüsünü duydum. Gözlerimi açtım. Çakan şimşeği görememem birazcık üzmüştü. Bu, o anı kaçırmış olmamın yarattığı bir teessürdü ama pişmanlık değildi, hatta tatlı bir tecrübe olarak gördüm yaşadıklarımı. Bütün düşüncelerimi bırakıp kollarımı yere paralel olacak şekilde kaldırdım ve kendi etrafımda ağzım açık şekilde dönmeye başladım. Yüzüme vuran yağmur damlaları gözlerimin kısılmasına sebep oluyordu ama ben gökyüzüne, bulutların içine bakmaya devam ediyordum. Belli sürede bir ağzıma dolan yağmur suyunu bazen yutuyor bazen de bağırarak ağzımdaki suyla gargara yapıyormuşum görüntüsü veriyordum. Sağanak yağmurun ilk başladığındaki koşuşturma ve telaş bir süre sonra azalmıştı. Sanırım çevredekiler zamanla bu durumun tadını çıkarmak için sessizleşiyordu. Yağmurda şemsiye açmak, birisi seninle konuşurken onu dinlemiyormuşsun izlenimi verirdi bana. Yağmuru ve yağmurun içindeki sessizliği dinliyordum. Ara ara şiddetinin artıp azaldığını hissettiriyordu. Bir şeyler anlatıyordu sanki. Anlaşılır ama anlatılamayacakmış gibi. İlk defa sağır-dilsiz (işitme engelli) biriyle iletişime geçtiğimde olmuştu bu. Ne demek istediğini çok iyi anlamıştım ama cevabını bildiğim şeyi nasıl anlatacağımı bilmiyordum. Dilini bilmediği bir turiste yardımcı olmaya çalışan esnaf gibi kelimeleri tekrar edip dudaklarım ve ellerimle büyük hareketler yaparak yardımcı olmuştum. Teşekkür ederim manasına gelecek bir hareket yapıp sırtıma iki kez vurup uzaklaşmıştı sonra.


Yağmur bir anda kesildi. Yüreğimde hissettiğim o mutluluk aynı hızla tüm vücudumu sardı ve beynimden tüm evrene bir enerji yayıldı sanki. Hemen ardından güneş açtı. Vücudumun ısı dengesi hızla değişince hapşırdım. “Çok yaşayım” dedim kendime (içimden) ve duraksadım. Pantolonumun sol cebindeki yarı ıslak sigara paketini yavaşça çıkardım. Birkaç saniye gözlerimi hareketsiz bir noktaya dikerek baktım. O anda hiç de önemli olmayacağını bilerek içinde kaç adet sigara olduğunu saydım (7 tane) ve paketi elimle buruşturup yere attım. Sağ ayağımın topuğunu pakete denk getirip üstünde üç yüz altmış derece döndüm ve yoluma devam ettim. Mevsim ilkbahardı. Benim de sigarayı ilk bırakışımdı.


Annem, kemoterapi gördüğü hastanenin kız kardeşimin evine çok yakın olmasından dolayı uzun zamandır Filizlerde kalıyordu. Annemin kemoterapiden sonraki halini görmek bana hiç iyi gelmiyordu. Ama birkaç gün birbirimizi görmemek her ikimizi üzdüğü için sık sık ziyaret eder ya da iyi olduğunu hissettiği zaman alıp eve getirirdim. Ölümü hayatın bir parçası olarak görmüş bir aileye dönüşmemizi, ben ergenliğin başında, kız kardeşim ilkokulda, annem de iki çocuklu bir ev hanımı iken genç yaşında beyin kanaması geçirerek ölen babam sağlamıştı. Çocukluğunda babasını, evlendikten hemen sonra annesini ve yıllar sonra da eşini kaybeden annem, her acının ilk günkü gibi kalmayacağına ve hayatın her zaman yaşanılmaya değer olduğuna inandırarak büyütmüştü bizi. “Yaşanan en büyük acıların olduğu gün kırk tane mum yanarmış insanın içinde. Her geçen gün mumların biri sönermiş. En son bir tane kalana kadar. O kalan mum da ölene kadar kalbin ortasında durup yanarmış.” derdi annem bize (ona da annesi söylermiş).


Kemoterapinin ve sonrasında yapılan göğüs alma ameliyatının da akciğerine sıçrayan kanser hücrelerine engel olamayışı ile annemin içimize kırk tane mum yaktığı gün gelmişti. İnsan kendini her ne kadar hazır hissetse bile, doktorun o “Maalesef kurtaramadık, başınız sağ olsun” sözleriyle başlıyordu ölüm. İçimde yanan mumlarla birlikte ben de hastane kantininden aldığım sigaradan yaktım. Yarım pakete yakın sigara içmişim düşünceli ve dalgın bir haldeyken. Sonunda “Aman, kurtuldu kadıncağız beee…” diyerek (bunu sesli mi içimden mi dediğimi bilmiyorum) cenaze işlemleri için ne yapılması gerekiyorsa onları öğrenmeye çalıştım.

Annemi bundan sonraki yatacak yeri olan mezarlığa defnettikten sonra taziye ziyaretleri de bitince artık evde yalnızdım. Yine de gelenim gidenim eksik olmazdı. Ama o dönem yalnız kalma ihtiyacı hissetmiştim. En azından içimde yanan mumlardan bir tane kalana kadar bunu yapmalıydım. Annemin ölmeden önce kefen parası diyerek yaptığı birikimlerin (tüm mahallenin kefenine yetecek kadar) kardeşimle paylaşılmasıyla ve kendi birikimimle birlikte bunu işe gitmeden yapacak duruma sahip olmuştum. Bu isteğimi iş yeri ve yakın arkadaşlarıma aktarınca anlayışla karşılayıp ne zaman isterlerse yanımda olacaklarının güvencesini verip uzaklaştılar. Arkadaşlık… (başka hikâyede)

Bir kitapta “İnsan, acısıyla tek başına kalmayı ve kaçma isteğinin üstesinden nasıl geleceğini öğrendiğinde, öğrenecek çok az şey kalmıştır.” diyordu. Ben de bunun için uğraşıyordum sanki. Her geçen gün daha çok kitap okuma isteği uyanıyordu içimde. Dışarıdaki işlerimi halledip evin kapısını kapattığımda, yalnızlığa değil de sanki yüzlerce farklı karakterdeki insanlarla dolu bir aleme giriyormuşum hissi veren kitaplarım vardı. Ara sıra içimden gelen o durdurulamaz yazma isteği, cümlelerimin okuduğum kitaplardaki cümlelere denk düşeceğini hissedip görmek bu isteği katbekat arttırıyordu. Yazmak için okumak, daha güzel yazabilmek için daha çok okuma gereksinimi duyuyordum. Pozitif bir paradoksun içine girmiştim o dönem. Okumak, bir şeyleri gömmek değil, kumu eşeleyip içinden kendine ait olanı bulmak gibi bir şeydi.


Yalnızlaşma döneminde olduğum günlerin birinde maillerime bakarken sosyal medya hesabıma birkaç mesajın geldiğini gösteren maillerde gözüme çarpan Ceyda GÜNİZ ismi oldu. Ceyda benim çocukluk aşkımdı. O da genç yaşlarında annesinin ölümünü tecrübe etmiş biriydi. Babamın vefatından sonra taşındığımız sokakta evlerimiz yan yanaydı. Bizden büyük olduğu için kardeşimle bana ödevlerimizi yapmamızda severek yardımcı olurdu. O yardımsever ruhunu hiç kaybetmemiş olacak ki annemin ölüm haberini duyduktan sonra başsağlığı dilemek için sosyal medya hesaplarımın birinden bulup yazmış ve uzun yıllar sonra ilk defa iletişime geçmiştik. Kısa zamanda birkaç kere görüşmemize rağmen çocukluğumuzda yaşadıklarımızı hatırlama ve paylaşımlarımız sanki uzun yıllar birlikteydik hissi uyandırıyordu. Beni girmek istediğim mağaramdan çıkarmak ister gibi girmişti hayatıma. Sonrası o duygusal boşluktaki kişiyi dinleyebilecek, anlayabilecek birine karşı yüklenen hisler işte.


Kitap okuma, film izleme, bir şeyler yazıp karalama ve son zamanlarda eklenen Ceyda’yı özleme döngüsünü abarttığım günler yemek öğünlerine dikkat etmiyordum. Bazen öyle şeyler canım çekiyordu ki kalkıp yerine gidip yemektense minimum sipariş miktarını tutturmak için iki kişilik sipariş verip evimde rahatça yemeyi tercih ediyordum. Siparişi getirenin zile bastıktan sonra apartman girişinden evin kapısına kadar geçen süreçte ise açık olan müziğin kendi modumu ya da duruşumu yansıtmayacağını düşünüp ses kısma veya şarkı değiştirme isteğiyle oyalanıyordum. Bir keresinde “Bu kadar yemeği tek başına mı yiyecek bu hayvan?” dedirtmemek için, kapıya doğru yönelirken “Tamam ben hallediyorum. Bu sefer benden.” deyip evde başka biri daha varmış izlenimi verdikten hemen sonra kapıyı açmış, uygulamalardan kaç para ödeyeceğimi bildiğimden bir miktar bahşiş ile parayı verip yemeklerimi almıştım. Yemeğimi yedikten sonra planlı plansızlıklarımdan hangisini yapacağımı düşünürken içimde saçma bir sıkıntı vardı. Kitap okusam kendimi veremiyor, cümleleri tekrar tekrar okuyordum anlamak için. Hangi tarz film izleyeceğime dakikalarca karar veremiyordum. Müzik dinlemek istesem açacağım şarkıyı çok dinlemişliğin verdiği doygunluk vardı.


O gece korkularımla yüzleşme zamanımın geldiğini hissettim. Bir yerlerden başlamam gerekiyordu. Ben de kalktım ve tırnaklarımı kesmeye karar verdim. Hayır. Daha büyük bir korkudan bahsetmeliydim. (Tırnaklarımı sabah keserim, günah şimdi.) Birine seni seviyorum deme korkusundan. Bilirsiniz işte, birine sevgini dilinle göstermeye başladıktan sonraki kuşkulu süreçler. “Seni seviyorum” dedikten sonra, acaba yeterince sevgisini hissettiremediği için mi yoksa artık sevgi hissettirmeyeceği davranışlarını dengelemeye çalışma çabası için mi söylüyor düşüncelerine gark eden davranışlar. Bu topa girmeden halledecektim. Ona küçükken âşık olduğumu söyleyecektim. Vereceği tepkiye göre de hislerime şekil verip anlatacaktım durumumu.


Ertesi günkü buluşmamıza normal hazırlanmalarımdan biraz daha özenli olmaya çalıştım. Kordon’da bira içip gün batımını izlemek terapi gibi gelir hatta yanında hoşlandığın biri olduğundaki tadı bambaşka olur. Hoşlanmak, doğru kelime. Biz bu dönemde sevemeyiz sadece hoşlanabiliriz. Birini çok iyi tanıdıktan sonra sevebilir ya da nefret edebiliriz. İkinci biralarımızı yudumlarken konu eski ilişkilerden falan ilerlerken kafamda çocukken ona âşık olduğumu tam olarak ne zaman söyleyeceğimi planlıyordum. Ceyda “Aslında sana daha önceden yazmak istemiştim ama bir ilişkin olduğunu gördüğüm için yazamamıştım. O kızla fotoğrafını kaldırdığını annenin ölüm haberi geldikten sonra fark ettim.” dedi. Şaşırmıştım. Ceyda’nın uzun zamandır biriyle birlikte olduğunu hatta evleneceğini duymuştum çoktandır. “Aslında, ben de çocukken sana aşık olduğumu söyleyecektim şimdi.” dedim. O an gözlerimizin içine bakmaya başladık. Kendimi kandırmayı beceremediğimden ötürü, bu, yalana yakın romantizmden uzak davranışları başkaları üzerinde denememişliğin verdiği çekince ve içmiş olduğum iki biranın vermiş olduğu tatlı cesaret ile “Daha önce defalarca aklımdan geçmesine rağmen cesaret edip yapamadığım şeye, bugün, seni öpmeye karar verdim. Eğer çok erken diyecek olursan da üçe kadar bekleyebilirim.” deyip (üçü içimden sayacak şekilde) “iki, bir.” dedim ve onu öptüm. Bir bulutu öpüyormuşum hissi veren, zaman kavramını yitirdiğim ve kendimi geriye çektiğimde fırtınalarla mücadelesinden sonra gemiyi kıyıya yanaştıran kaptan hissi veren bir an olmuştu benim için. El ele tutuşup dolaşma dönemimiz o akşam başlamıştı. Gezip tozmalar, birbirimize en sevdiğimiz yemekleri yapıp en sevdiğimiz filmleri birlikte tekrar izlemeler ve bolca sevişmelerle yaşadığımız birliktelik, arkadaşlarımızın da sonunun nereye varacağını merak ettiği bir yola sürüklüyordu bizi.

“Bu dünyanın en büyük özelliği geçiciliğidir.” demiş Kafka. Bu bilinçle hareket ederek tüm gerçeklerimizi yaşarken eğlenecek şeyler bulup paylaşmayı görev edinmiş biriydim. Ama çevremizdekiler için ben yirmili yaşlarının sonlarında bir genç, o ise otuzlu yaşlarının başında evde kalma adayıydı. Evlilik muhabbeti açılınca Ceyda ile çoğunda gözlerimizi birbirimizden kaçırmaya çalıştığımız şakalarla geçiştirmeye çalışırdım. Ceyda da benim ciddiyetsiz olduğumu düşünürdü ve bazen de ona dokunduğunu hissederdim bu konunun. O bir daha aldatılma korkusu ile bense hayatımda en sevdiğim insanları kaybetmemden sonra başka birinin daha yanımdan ayrılmasına dayanamama korkusu ile duygularımızı frenliyorduk sanki. Gelecek hakkındaki planlarımızda sanki birbirimize yer vermiyormuşuz gibi hissediyordum.


Yine terapi gibi gelecek bir gün batımı manzarasını yakalamak için gittiğimiz Kordon’da bu sefer serin bir hava vardı. Normalde birbirimize sokulup oturacağımız havada aramıza biraz boşluk bırakıp ayaklarımızı sarkıtacak şekilde deniz kenarına oturmuştuk. Bu boşluk aramızda açılacak mesafenin ilk kısmının işaretiydi. Sanırım birbirimizi kırmamak adına hep iyi yönlerimizden bahsettiğimiz ayrılık konuşmamızın sonunda Ceyda “Tenlerimiz birbirini sevdi. Doğru. Ama biz sevgimizi gösterebilmeyi başaramadık. Senin hatalar yapmaya vaktin var. Benim yok. Hoşça kal.“ dedi. Arkasını dönüp gitti. Karşındaki insanı tanımak, tanıdığını zannetmek, kendini tanıttığın ve olmadığın kişiyi yansıtmayla eş değerdir.


Bazen her iki taraf haklı olunca da yollar ayrılabilir. Ama kalpler için bu söylenemez. Çünkü sevgi haklılık aramaz. Paylaşılmayı bekler, bekler, durur. Sonra bir anda bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Yakınlarımda altına girip yağmurdan saklanacağım hiçbir yer yoktu. Zaten yağmurdan kaçmak gibi bir derdim de yoktu. Olduğum yerde durdum, bekledim ve dinledim. Yağmur damlalarının hemen önümdeki küçük çukura bıraktığı sesler, mahkeme salonundaki hâkimin karar anında söylediklerini yazan bir zabıt kâtibinin parmaklarının daktiloda bastığı harflerin çıkardığı sesler gibiydi. Yağmur hızlandıkça harfler kelimelere, kelimeler cümlelere, cümleler paragraflara dönüşüyordu kafamın içinde. Ancak yazacak hiçbir yerim yoktu beynimden başka. Gözlerimi kapattım. Belki bu, aklımdan geçenleri unutmamam için yardımcı olur düşüncesini de araya sıkıştırdım. Yağmur dindi ve düşündüğüm şeylerin hepsinin bir anda beynimden kalbime doğru indiğini hissettim. Gözlerimin ne kadar süredir kapalı olduğunu düşünmedim. Zaten önemi de yoktu. Kelimeler o kadar hızlı akıp gitti ki debisi yüksek bir nehirden denize karıştı sanki. Belki de bir daha hiç yazamayacağım hatta aklıma getiremeyeceğim şeylerdi. Ellerimi cebime sokup gökyüzüne baktım. Bulutların arasından güneş göz kırptı. Gözlerimi kıstım ve bir anda hapşırdım. “Çok yaşamam bu gidişle." dedim sesli bir şekilde kendime ve gülümsedim (“Deli mi ne?” dedim yine kendi kendime ama bu sefer içimden). Tek kuru yer kalan gömleğimin koltuk altı kısmına ellerimi kuruladım. Pantolonumun sol cebinden sigara paketini çıkardım. İçinden en düzgün olanını seçtim, yaktım ve yoluma devam ettim. Mevsim sonbahardı, yaktığım da son sigaraydı.