Bir, iki ve üç!
Kapıyı açtı, sola bakmadan oradaki karaltıyı aradı. Emin olamadı. Kulak kesildi. İnce uzun parmakları bilgisayarın tuşlarına dokundukça çıkan ses varlığının kanıtıydı. Girdiği gibi dışarı çıktı. Şimdi olmaz, dedi kendi kendine. Hazır değildi daha. Ardından ikna etti kendini istemeden ve çıktığı gibi geri girdi. Ne uydurmalı da görmeliydi yüzünü? Düşünceler ışık hızında uçuyordu beyninde. Hiçbirini yakalayamadı.
Tık, tık!
Ses yoktu. Daha hızlı vurdu.
Tık, tık, tık!
Başını uzattı ve öylece kendisine bakan bir çift gözle karşılaştı. Yine kabalığı üstündeydi:
-Ne var?
-Böcek olmak istiyorum, nasıl olurum?
Yer yarılsa da dibine girseydi o an. Bu soruyu sormayacaktı. Aslında soru sormayacaktı. Kafası karışmıştı. Ne ara içeriye girdiğini hatırlamıyordu. Öfkelendi. Kalesine gol yemiş gibi hissetti. Huzursuzca kaçırdı gözlerini. Fazla sürmedi. Dayanamadı ve hemen dikti gözbebeklerini sonsuza kadar görse bıkmayacağı kahverengiliklere. Birdenbire, sevmedi o gözlerin sahibini. Çok seviyordu ama o an değil. Sinirlendi. Kafası yine karışmıştı. Ardından, kendisine kızması gereken yerde kendi halinde işini yapana kızdı. Dolayısıyla sevmiyor sandı kendini bir an. Halbuki doğru değildi. Kimse onu bu şekilde sevemezdi. Ancak sebebi tutkusu değil, beyninin bilinmeyen bir yerinde sorun olmasıydı. Kimse, mantıksız davranmasına sebep olan duygularını içine sığdıramayıp kontrolü kaybedecek kadar büyütmezdi içinde. Sorunun ne olduğunu merak etti. Düşünmeye başladı. Zaman işliyordu. Aniden öksürüklere boğuldu. Boğazına pirinç tanesi yapışmıştı. O an fark etti ki pilav dışındaki hiçbir şey gerçek değildi. Yemeye devam etti, bir yandan da merdivenlere bakıyordu. Bugün de gelmeyecekti. O kadar beklemişti halbuki. ''Belki yarın...'' dedi. Tam hayal edecekti ki sıcacık yatağında, battaniyesinin altında derin bir uykuya daldı.