Bütünlüğünden ayrılmış, parsel parsel bölünmüş bir dünyanın içerisinde yaşıyoruz. Fiziki coğrafya, etnik köken, dil, renk vb. birçok sebepten dolayı yaşamın gayesi olan mutluluk üzerine keskin çentikler atıyoruz. Acı, mutluluk ve daha birçok duygu insan olmanın ortak noktası. İster bir piramitte yaşayın veyahut bir apartman dairesinde yaşayın inanın hiç farketmez ağlamak yine ağlamak, gülmek yine gülmek ve savaş halen kötü bir şey. Savaşı doğuran en büyük şey insanın milliyetçi bir şekilde bölünmüş zihni. Hâlbuki yoksulluk ve sefalet her milletin ortak payesi. Yoksulluğun birleştiremediği milletler zenginlerin ataleti için öne sürdükleri ayrımsal manifestolara kanıyorlar. Çünkü esasen düşündükleri şeyler için savaşmak ve onları kazanmak için mücadele etmeleri gerekiyor ama bunu yapamıyorlar. Mücadele örgütlenmekten geçer. Ortada örgütsel bir şey yoksa birisinin liderlik etmesi gerekir bu örgütlenmenin başlaması için. 


Kimdir bu lider? Bu kişi sen, ben ve yahut başkası yani herkes olabilir. Burada önemli olan şey liderin kim olduğu değil, önemli olan ülküye sahipleniş isteğidir. Ortada bir sorun var ve bu gerçeğin herkes farkında değil mi? Yarın ben sokağa çıksam “Çok kızgınım ve buna daha fazla dayanamayacağım, bir şeylerin değişmesi lazım.” diye bağırsam kaç kişi körpe vicdanlarını ve beyinlerini sakladıkları mağaradan çıkarabilir? Eminim bunu okuyanların çoğunluğu ben çıkarım diye içinden geçiriyor ama o gün geldiğinde bu sayı Harezmi’ye nazire edercesine sıfıra yakın olur. Çünkü var olan sorunları hep dile getiren ama bunlar için mücadele etmeyen topluluklar olarak bölündük. Ortak gayemiz olan insanca yaşama hakkı sermayelerin kontrolünde bizleri birer makine haline getirdi. Fikrimiz varken zikrimize takatimiz kalmadı. Ve gün geçtikçe artık fikrimiz de bizden uzaklaşmaya başladı. En nihayetinde doğru olduğunu bildiğimiz gerçekleri de artık görmezlikten gelmeye başladık. Çünkü gerçek acı ve ızdırap verici artık. 

Peki insanca yaşama gayemiz neye döndü? Ortak yoksulluğumuzu unutup neye odaklanmaya başladık? Bireyselleşme üzerine simüle edilmiş hiper-gerçeklikler ile var olan gerçeklerden uzaklaştırıldık. Sahte olanın artık gerçeği referans almayıp sahteliği referans aldığı bir metamorfoz geçirdik. Bu da bizleri örgütlenme için gerekli dirayetten fersah fersah uzaklaştırdı. Tahammül seviyemiz azaldı ve sıkılganlıklar arttı. Tarihin hemen her döneminde sıkılmak insan için üretimin yegane alanı olmuşken artık o alan içi boş aktiviteler ile dolduruldu. Günü geçirmek için sahteliğin içine hapsettik kendimizi. 


Bizler gerçekliklerden uzaklaşıp rüyaları sevmeye başladık. Hepimizin idealize ettiği bir rüyası var. Bu rüya bize dayatılmış bir rüya ve asla gerçekleşmeyecek. Dostoyevski der ki; insanı bedenen ameliyat etmek için uyutmak gereklidir ama ruhen ameliyat etmek için uyandırmak gereklidir. Ruhumuzun aktivasyonu için birbirimiz ile konuşmalıyız. İletişimden kaçmamalıyız ve eleştiri penceremizi hep açık tutmalıyız. Yapıcı eleştiriler bizleri ilerletecek eylemlerdir. Bu eleştirilere en başta kendimizden başlamalıyız. Çünkü günün sonunda insan, kendini değiştirebildiği kadar dünyasını değiştirebilir. Değişime kendi ayak seslerimizi duyarak başlayalım. İnanın biraz yürüdükten sonra başka ayak sesleri de duyacağız ve çığ gibi büyüyecek bu ses. Bu sesin önünde hiçbir güç bugüne kadar kalamadı, bundan sonrada kalamaz. Bu yolda karşılaşmak dileğiyle sizlere iyi yolculuklar diliyorum.