Borçalı’yı çevreleyen düzlüklerdeki derin sessizlik, adeta bir matemin sessiz çığlıklarıydı. Garip bir hal vardı Borçalı’da. Günün ilk saatlerinde başlayan sis kümesine sinmiş ıslak ot kokusu, köyü baştan aşağı dolaştıktan sonra az ilerideki çalılık alanda kayboluyordu. Güz olduğundan dağlar gri bir renge dönüşmüş, arpa ve buğday tarlalarından geriye sararmış otlar kalmıştı. Duman renkli bulutlardan serin yağmurlar, döküldü, dökülecek. Borçalı Nehri’ndeki bulanıklık belki de günlerdir durmayan güz yağmurlarındandı. Nehir kenarında derileri pörsümüş bir yığın at… Çalılıkların üstünde çığlıkları birbirine karışmış birkaç serçe… Yekpare olmuş saman ve tütsü kokusu… Bir de nereden geldiğini bilmediği kızarmış tandır ekmeği kokusu… Arabacının köyü terk ederken hatırladıkları bunlardı. Geriye dönüp bakacak fırsatları bile olmadan yola düşmüşlerdi.

Kimse, kaç saattir yoldalardı bilmiyordu. Bildikleri bir şey vardıysa o da şuydu: Vatandan ve o sıcak yuvalarından ayrılışın bedenlerine ve ruhlarına bıraktığı ağırlık. Arabada arabacıdan başka aynı kaderi yaşamak için yola çıkmış üç kişi daha vardı: Allahverdi Dede, Fatma Aba ve küçük Mirza. Allahverdi Dede, Ermeni ve Rus zulmünden eşini ve “balaca nevem” diye sevdiği torunu Mirza’yı kaçırmak için bir araba ayarlamıştı. Sabahın erken saatlerinde yola çıkmışlardı. Annesi, Mirza’ya sıkı sıkı sarılmış, doymayacağını bile bile onu defalarca koklamıştı. Yürek yangınını gözyaşları bile dindirecek gibi değildi. Dilber Gelin, yaşmağının açıldığının farkına bile varmadan ciğerparesini yüreğine saklamanın telaşındaydı. Şimdi gelinlik etmenin zamanı mıydı? Töreleri bir an da olsun bir kenara koyamaz mıydı? Anne ile oğlun vedalaşması az ötede bekleyen Turgut’u derinden etkilemiş, o bile gözyaşlarına hâkim olamamıştı. Babasının yanında çocuklarını sevmek, onlara tatlı sözler söylemek âdeti değildi. Zaten onlar da büyüklerinden böyle görmüşlerdi. Mirza, babasına yöneldi. Turgut, gözyaşlarını belli etmeden elinin tersiyle silerek: “ Balama gurvan bizi tüşünme, dedenin sözünnen de çıhma.” diyebildi. Hıçkırıklar Mirza’nın gırtlağında düğüm düğüm oldu birden. Ne yani bir daha hiç görüşemeyecekler miydi? Gözü ağabeylerini aradı. Cafer ve Celal dizleri üzerine çökmüş, bu veda sahnesinin ağırlığı altında ezilmemeye çalışıyorlardı. İlanlı düzlüğünden geçip Akbaba Dağları’nı dolanmaya başladıklarında epey zaman geçtiğinin ayırdına vardılar. Bezirgan, Delever, Gızıldaş ve daha sayamadıkları bir sürü köyden geçmişlerdi. Araba, gecenin karanlığında ilerlemeye çalışırken Borçalı dakika dakika, saat saat karanlığa karışıyor ve uzaklarda bir noktaya dönüşüyordu. Küçük Mirza, başını babaannesinin dizine koydu. Fatma Aba, bakışlarını bir noktaya dikmiş öylece duruyordu. Vatandan ayrılışın daha doğrusu kaçışın burukluğu tüm bedenini sarmıştı. Eli kolu bağlı olmak, doğup büyüdüğü topraklardan kardeş yurduna zamansız kaçış ne kadar da zordu. Çocukluğunu, gençliğini ve huzurla yaşadığı yaşlılığını Borçalı’da bırakmak gururuna dokunuyordu. Hayat, işte onları yeni ama zor bir imtihana daha tabi tutmuştu. Ne var ki bu imtihan diğerlerinden çok farklıydı. Şimdiye kadar neler görmüşlerdi neler. Sefaletle sınandıkları, uykusuz kaldıkları ne günleri geride bırakmışlardı. Her şeye rağmen hayata tutunmayı, toprak damlı evlerinde mutlu yaşamak için mücadele etmeyi elden bırakmamışlardı. Az ötedeki Allahverdi Dede’ye baktı. Onu bu kadar dalgın gördüğünü hiç hatırlamıyordu. Karlı bir dağdan kopup gelen bir buz kütlesinin giderek eriyerek küçük bir parçaya dönüşmesi gibi Allahverdi Dede, arabada iki büklüm olmuş, bir arabacıya bakıyor bir ayazlı geceyi süsleyen yıldızları seyrediyordu. Kara bir kalpak vardı kafasında. Ara sıra kalpağını çıkarıp dizinin üstüne bırakıyor, yer yer seyrekleşmiş saçlarını düzelmeye çalışıyor sonra tekrar uzaklara dalıp gidiyordu. Belli ki bu sabah apar topar Borçalı’dan ayrılmak, herkeste tarifi imkânsız bir etki bırakmıştı. Beyaz badanalı toprak damlı evini, oğullarını ve Dilber gelinini belki de bir daha hiç göremeyecekti. Buğday tarlalarında geçen gençliği, Fatma Aba’yı kaçırması ve onunla mutlu bir yuva kurmak için dişini tırnağına takarak çalışması, bir sinema filmi gibi geçti gözünün önünden. Artık ailecek yer sofrasına oturamayacaklardı. Taze tandır ekmeğine tereyağını sürerek güne mutlu başlayamayacak olmanın burukluğunu yüreğinin ta derinliklerinde hissetti. Yeni bir yaşam için kardeş diyarına sığınmak hâsıl olmuştu ama anılardan ve geride bıraktıklarından kopmak ya da onları bir an olsun aklından çıkarmak mümkün değildi. Saatlerdir yolda olduklarından beli tutulmuştu. Doğrulmaya çalıştı, belindeki acı onu yavaş hareket etmeye mecbur bıraktı.

 Mirza, bir şey söyleyecek oldu, yutkundu ve yine sessizliğe büründü. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Uzaklardan gelen baykuş ve kurt sesleri geceye başka bir kasvet vermişti. Atlar, kulaklarını dikmiş öylece koşturuyorlardı. Şişman arabacı, kafileden geri kalmanın verdiği telaşla yularları sıkı sıkı tutmuştu. “Aya, bunnar hardadı?” diye söylendi. Etrafta kendilerinden başka kimse görünmüyordu. Saatlerdir yoldalardı, üstelik hiç de mola vermemişlerdi. Atların dinlenmeye ihtiyaçları vardı ama eğlenecek zaman değildi. Sabah olmadan Türkiye sınırına varmaları, zulmün son bulması demekti. Kendilerini bekleyen sonun ne olduğunu bilmeden bir belirsizliğe doğru yol alıyorlardı. Zamansız olmuştu her şey. Daha hasadı bile tam olarak bitirememişlerdi. Aslına bakılırsa kimse hasadı, tarlaları ve hayvanları düşünecek durumda değildi. Mal canın yongasıydı ama şimdi mal değil, can lazımdı onlara.

Yuvasından uçmuş ve rotasını şaşırmış bir kuş misali gecenin karanlığına akıyorlardı. Karşı yamaçta belli belirsiz ışıklar vardı. Küçük bir köy olsa gerek, diye içinden geçirdi arabacı. Birden içten içe üşüdüğünü hissetti. Mirza’ya baktı. Onun da üşümüş olabileceğini düşünerek altındaki battaniyeyi Allahverdi Dede’ye uzattı: “Lele, gedenin üstünü ört. Soyuh alajah.” Allahverdi Dede, küçük torunu Mirza’nın üzerini sıkı sıkı örtü. “Yat, balama gurvan. Savağa inşallah Türkiye’deyih.” diye Mirza’yı rahatlatmak istedi. Yol boyunca ağlayan Mirza, iyice bitkin düşmüştü. Babası, annesi ve abilerini çok uzaklarda bırakan ve onlara doyasıya sarılamaya fırsatı bile olmayan Mirza’nın kaşlarını çatıp sürekli susması hayra alamet değildi. Ayrılığın yükü altında eziliyordu. Yüreği sanki bir mengeneye alınmıştı. Küçücük bedeni bu kaçışa dayanacak mıydı? Biraz büyük olsa o da abileri gibi Borçalı’da kalabilirdi belki. Güneş, karşı dağlardan altın sarısı saçlarını topladığında ve toprak damlı evlerine çekildiklerinde dedesine sokulup ondan kahramanlık öyküleri dinlemek en büyük eğlencesiydi. Kimi zaman da dedesi ona masallar anlatır, ezberden şiirler okurdu. Dilber Gelin, ağzındaki yaşmağı açmadan herkese çay dağıtır, göz ucuyla “son beşiğim” diye sevdiği Mirza’yı süzerdi. Onun masalları, şiirleri can kulağıyla dinlemesi ne kadar da hoşuna giderdi. Mirza, toprak damlı evin neşesiydi ve Borçalı’da filizlenmiş bir fidandı. Dedesi Allahverdi, onu gözünden sakındığından bu kurtlar sofrasından kaçırmak istemişti.  

Mirza’nın yolculuk boyunca gırtlağında bir demir yığını vardı sanki. Patlamaya hazır bir yanardağ gibiydi. Hıçkırıkları gırtlağında düğümlenmişti. İçinden Ruslara ve Ermenilere lanet okuyordu. Bu kaçış onların yüzündendi. Allah’tan sığınacak bir limanları vardı da o limana yetişmek için bu tehlikeli yola çıkmışlardı. Fatma Aba, Allahverdi Dede’nin yüzüne baktı. Kendisine yıllardır güven veren bu yüzde bugün bir tedirginlik hissediyordu. “Ey, olar ay kişi, Allah biznen baravardı. Üreğini serin tut.” diyerek sırtını sıvazladı. Aslında bundan kendisi de emin değildi. Dizlerinde uyumaya çalışan yavru güvercinin soluk alış verişleri yavaşlamıştı. Yuvadan erken ayrılışın ürkekliğini ona bakan herkes kolayca sezebiliyordu. Fatma Aba : “Beçere gede bu yaşında yurdundan, yuvasından oldu. Allah kötü adama nehlet etsin.” diye söylendi. 

Saatlerdir koşturan atlar, nefes nefese kalmışlardı. Aç ve susuzdular. Arazi yolundan devam ettiklerinden iyice yorgun düşmüşlerdi. Arabacı, pala bıyıklarını sıvazladı. “ Ay Lele! Birez soluhlanah mı, ne deyirsen?” diyerek başını arkaya doğru çevirdi. Allahverdi Dede, gözünü sabitlediği noktadan çevirmeden “Durma zamanı döyül, gurvan olum. Yavaş yavaş gedeh. Bah en geride biz galmışıh. “ diyebildi. Arabacı, yularlara asıldı. Atlar, biraz dinlensin diyerek onları yavaşlatmaya çalıştı. Atların ikisinin de ağzında bir avuç köpük vardı. Gayet bakımlı olan Alapaça, tıskırarak ağzındaki köpükten kurtulmaya çalışıyordu. Yıldız, her zamanki gibi sessizdi. Kulaklarını dikmiş komutandan gelecek direktifler için hazır olan bir asker edasıyla arabacıdan gelecek komutu bekliyordu. Her sese kulak kabartıyor, kulakları bir ileride bir geride yol alıyordu. Alapaça’nın göğsü yaralanmıştı. O, buna aldırmadan buraya kadar gelebilmişti. Zaten arabacının atlarına bu kadar güvenmesi de boşuna değildi. Ne olursa olsun onları yarı yolda koymazlardı.

Mirza, birden irkildi ve gözünü açmadan boğuk bir sesle “Ana!” diyebildi. Fatma Aba uyumuyordu. Mirza’nın saçlarını okşayarak güven veren bir sesle : “ Yat, balama gurvan.” diyerek onu yaşadığı korkudan uzaklaştırmaya çabaladı. Mirza, nerede olduğunu ve hangi kaderi yaşamak için nereye gittiğini bilmeden ve toprak damlı evlerindeki sekinin üstünde uyuduğunu zannederek derin bir uykuya daldı. İşte Dilber Gelin onunla koyun koyunaydı. Anne kokusunu derin derin çekerek yürek yangınını dindirebiliyordu. Dilber Gelin yine ona ninniler söylüyordu:

Borçalı bulanık akar                            

Sesi yüreğimi yakar

           Kurban olum yağma dolu

           Balam, elinde gül tutar

           E balama e, e balama e

 

          Balamın uyku gözünde

           Yalan yok hiç sözünde

           Ayırma felek ayırma

           Uyur anasının dizinde

           E balama e, e balama e

Yarın yine erkenden kalkacak babasıyla tarlaya gidecekti, Üstelik öküz arabasını da o sürecekti. Hem artık büyüyordu, babasını yalnız bırakamazdı. Abileri Celal ile Cafer, Küskükıran’daki tarlayla ilgilenirken o, babasıyla Meşettik’teki tarlayı toplayacaktı. Turgut, kulübenin kapısını açıp içeri girdiğinde çocuklar uyuyordu. “ A, uşah, a bala! Hele bir gahın hoy edin!” diye seslendiğinde Celal ve Cafer çoktan kalkmışlardı. Mirza, bir türlü uyku sersemliğinden kendini kurtaramıyordu. Neyse ki bir süre sonra o da artık hazırdı. Yine yer sofrasındaydılar. Dilber Gelin, sobanın fırınına patates atmıştı. Sarı yağ, yeşermiş çeçil peynir, taze köy yumurtası ve tavşan kanı çay çoktan sofradaki yerlerini almışlardı bile. Dilber Gelin, fırından çıkardığı patateslerin içlerini derin bir kaba boşaltı, üzerine bir miktar tuz ve sarı yağ ilave ederek karışımı servise hazır hale getirdi. Mirza, büyük bir iştahla kahvaltısını yaptı. Allahverdi Dede ve Fatma Aba, kahvaltılarını erkenden yapmış, öküzleri hazırlamaya başlamışlardı. Mirza: “ Haravıyı men sürejem.” diyerek babasından onay almak için ileri atıldı. Turgut, Mirza’nın kahverengi gözlerine muhabbetle baktı. “ Tabi ki sen sürejen. Menim oğlum artık yeke kişi oluf.” dediğinde Mirza, artık onayı almış oluyordu. O gün ve o günü takip eden her gün aynı başlayıp aynı bitiyordu. Sonra Borçalı, beyaz gelinliğini giydiğinde tarla işleri tamamlanmış oluyordu. Kar, usul usul Borçalı’yı beyaza boyarken toprak damlı evlerden tütsüler yükselmeye başlardı. Sobanın üstündeki büyük güğüm fokurtularla kaynar, akşam yemeğinin hazırlığına erkenden koyulan Dilber Gelin ve Fatma Aba, akşam pişirecekleri hangel, haşıl, erişte aşı… gibi yemeklerin telaşında olurlardı. Allahverdi Dede de artık kaz tüyünden yapılmış yastığına yaslanıp tütün tabakasını eline alabilirdi. Gerçi son zamanlarda eli iyiden iyiye titremeye başlamıştı. Bu da tütün sarmasını zorlaştırıyordu. Sekinin kendisine ayrılan bölümünde yılın yorgunluğunu üzerinden atmanın zamanı gelmişti artık. Naftalin kokulu oda, birden tütün kokusuyla dolardı. Yastıkların üzerlerindeki işlemeli beyaz örtü, tütün dumanı etkisiyle günden güne sararmaya yüz tutar, sigara kokusu evin en ücra köşelerini bile esir alırdı.  Evin diğer erkekleri ise dışarıda yapacak iş kalmadığından altı ay ahırda bakılacak olan ineklerle ve öküzlerle ilgilenirlerdi. Bugün de öyle oldu. Turgut, çocukları kaldırmaya kıyamadı. Erkenden kalkıp ineklerin önlerine saman ve arpa karışımını bıraktı, kümesteki tavuk ve horozlara yem verdi. Elindeki tahta kürekle bahçenin karını temizledi. Kar, inceden inceye yağıyordu. Hatta hafiften bir rüzgâr, karın usul usul yağışına eşlik ediyordu. Karın çok yağışı Borçalı için bereket ve mutluluk demekti. Karlar baharda eriğince rengârenk çiçekler filizlenecek, toprak şöyle bir gerindikten sonra uyanıp ve nefes verecekti. Güneş vuran yamaçlardan, buğular yükselecek, tabiat canlanmaya başlayacak ve Borçalı halkı, bir karınca misali tarlalara hücum edecekti. Tüm bu güzellikler için kışın zorluğuna dayanmak gerekiyordu. Turgut, lastik ayakkabılarındaki karları kulübenin önündeki çalıdan yapılmış süpürgeyle temizlemeye çalışırken Dilber Gelin, yer sofrasını hazırlamış, çocukları uyandırmaya çalışıyordu: “Mirza, hele galh balaca guzum. Mirza, Mirza!” Mirza, birden silkindi. “Ana!” diyecek oldu, sustu. Başını kaldırdığında Fatma Aba’yla göz göze geldi. Gözündeki yaşlar, Borçalı’nın azgın sularından farksızdı. Yüreği yırtılırcasına ağladı, ağladı, ağladı. Fatma Aba’nın içi cız etti. Allahverdi Dede’nin yüreği parçalandı. Ne yapsaydı, şimdi Mirza’yı ihtiyar göğsüne alıp onunla beraber katıla katıla ağlasa mıydı? Yoksa kaderde bugünleri görmek de varmış, deyip yine sessizliğe mi bürünseydi? Arka tarafta bunlar yaşanırken arabacı birden boğuk ve heyecanlı bir ses tonuyla: “ Gözümüz aydın Lele, sınıra geldih hayırlısıyla!” diye bağırdı. Arabacının bu cümlesi sanki havada asılı kaldı. Mirza, sustu, tabiat sustu, zaman durdu bir anda. Akyaka tarafından içerilere doğru sokulmaya başladıklarında Mirza, yaşlı gözlerle arkaya bakıyordu.

Sabahın henüz ilk saatleriydi. Güneş sanki bir başka doğmuştu bugün. Dağlar, şu kıvrıla kıvrıla ilerleyen dereler, dere boyunca uzanan kavaklar, sonra pancar ekilmiş şu düzlükler, Borçalı’yı ne kadar da andırıyordu. Bir saat sonra Kars’a varacaklardı ama Mirza, bir türlü geride bıraktıklarını aklından çıkaramıyordu. Toprak damlı evlerinin bahçesine gömdüğü çocukluğunu kim bilir belki de hiç bulamayacaktı. Ana, diye kime sarılacaktı. Fatma Aba, Allahverdi Dede, onun yürek yangınını dindirebilecek miydi? Yuvam, dedi sessizce. Neydi yuva? Gece başını yastığa koyduğunda cırcır böceklerinin sesleriyle kendinden geçmek, aynı yer yatağını abileriyle paylaşmak, sonra yer sofrasında tatlı bakışmalarla birbirini süzmek miydi yuva? Yoksa sefaletin diz boyu olduğu günlerde hep beraber yoksulluğun bağrına paslı bir hançer gibi saplanmak mıydı? Yuva, belki de ana kokusunu doyasıya içine çekmek, babasıyla tarla yolunda eğlenmek ve geniş Borçalı bozkırlarında at sırtında saatlerce dolaşmaktı. 

Atlar, serhat şehrin sınırlarından içerilere doğru yorgun adımlarla ilerliyordu. Her ikisi de bir kaçışı başarıyla tamamlamanın gururunu yaşıyordu herhalde. Allahverdi Dede, Fatma Aba, ağızları mühürlü bir şekilde ve bakışlarını da birbirlerinden kaçırarak Karahan’ın geniş düzlüklerindeki pancar tarlalarını seyre dalmışlardı. Yanlarında sürükledikleri sabiye mi, geride bıraktıklarına mı yansalardı? Allahverdi Dede, derin bir nefes alarak nasırlı elleriyle sakallarını sıvazladı. Kalp atışlarının ritmi bozulmuştu sanki. Doğup büyüdüğü topraklarda Hakk’a yürüyemeyecek olmanın acısını yüreğinin tüm kılcallarında hissetti. Yaşından utanmasa avazı çıktığı kadar bağıracaktı. Sanki biri onu arkasından yakalamış olanca gücüyle sıkıyordu. Nefessiz kaldığını hissetti, oracıkta son nefesini verecekmiş gibi oldu. Dayanılası acı değildi bu. Yurdunu, yuvasını terk etmek, oğullarını ve gelinini geride bırakmak kolay iş miydi? Ya Mirza?... O ne yapsaydı? Dedesi, bu yükün altında eziliyorken Mirza’nın çocuk yüreği bu ayrılığa dayanabilir miydi? Bunu bilerek sustu. Çaresizliğinin çaresi yoktu. Yağmur yüklü bulutlardan yağmurların süzülüşü gibi kahverengi gözlerinden boncuk boncuk yaşlar akmaya başladı. Babasından öğrenmişti erkekler ağlamaz diye. Olsun babası göremezdi ki ağladığını. Hıçkıra hıçkıra ağladı, sonra dönüp yine arkaya doğru baktı. Sınırın öteki yüzünde ise Dilber Gelin’in acı feryadı yürekleri dağlıyordu: “Mirza, Mirza! Harda galdın balaca guzum?”