Boş Adam


"Kimseye ilginç gelmeyen bir hikayenin baş kahramanı olarak hayata başlamak zordu. Sonradan çok kolay geldi. Olaysız olmak her zaman iyidir Başkanım, görünmez olursan kimse sana tebelleş olmaz" dedi karşısında oturan Boş İşlerden Sorumlu Birim Başkanı'na. Boş işlerden sorumlu olan adamın uzmanlık alanı boş işlerdi, karşısında oturan adam da boş bi adamdı, yani tam yerine gelmişti. Ancak bu boş adamın dedikleri Başkan'ın görev sınırlarının biraz dışına çıkmaktaydı. Başkanlık önemli müessese, façayı çizdiremezdi, uygun cevabı bulana kadar zaman kazanmalıydı, o yüzden sorular sormaya başladı Boş Adam'a.

"De bakayım hele sen nerelisin?"

Bu soru her durumda iş görürdü, karşı taraftan nereli olduğu bilgisini alınca birkaç kelamlık bir ortaklık kurulur, yerine göre muhabbet olur, yerine göre zaman kazanılırdı. Başkan'ın zamana ihtiyacı vardı.

"Annem dağlı, babam köylü, ben ise şehirde büyüdüm" dedi Boş Adam. Konum bildirmemişti, Başkan'ın işine yaramazdı, ama Boş Adam'ın nerede doğduğuyla ilgili ısrarcı olup takıntılı görünmek en son isteyeceği şeydi. Bu sorusunun üzerinde fazla durmadı. Karşısındakinin aslında boş adam değil de beleş adam olabileceğini düşündü, emin olabilirse Beleş İşlerden Sorumlu Birime yönlendirebilirdi. Ancak işinin erbabı, sorumluluk sahibi birisi olduğundan, işi başından savan adam olmak istemiyordu, diğer birimlerde hakkında bu yönde dedikodu yapılsın istemezdi. Bugünlere kolay gelmemişti Başkan. İçindeki yaratıcılığı ilkokul sıralarında başarıyla söküp atmış, kalan özgün kırıntılarını ise üniversite yıllarında alnının akıyla törpüleyebilmişti. Aslında çok çaktırmasa da biraz zorlanmıştı. Üniversite yıllarında dahil olduğu grubun yazılı olmayan kurallarına riayet etmişti etmesine ama, içinde zaman zaman kopan aykırı fırtınalarla mücadele etmesi de gerekmişti. Mesela gönlünü hoplatan bir kadın vardı sınıfında, derslere çok gelmeyen, ait olduğu grubun giyim kurallarına uymayan, dövmeli, çoklu küpeli bir kadın. Birkaç defa not istemişti bizim Başkan'dan, o da ikiletmemiş hemen vermişti notlarını. Sonra kadın sınıfta kalmıştı, ama bizimki hep alt sınıfın derslerini gizliden gözler olmuştu. Kimseye hiçbir şey anlatmamıştı, ama o kadını bazı gecelerine konuk ederdi hayalden de olsa. Böyle 3 sene sürdü, bizimki mezun oldu, sonrası ait olduğu gruba hizmet etmesi gereken yıllardı. Sınavının en zor kısmını vermişti zaten, kendini hayatın 'zahiri' arzularına kaptırmamış, özgün fikirler üretebileceği tüm kanallarını tamamen kapatmıştı. Artık devletine ve milletine hizmet edebileceği birikimsizliğe sahipti! Bu birikimsizlik onu bu koltuğa kadar getirmişti!


Karşısında oturan boş adamla ilgili şikayetler vardı, adamın varlığı ve yokluğu belli değildi, herkesi rahatsız eden bir görünmezlik pelerini giymiş gibiydi. Rengi belli belirsiz gri gibiydi. Devletin bomboş işlerini yapmak için binayı dolduran binlerce kişiden sadece biriydi oysaki, ama burun buruna gelmeden farkedilmeyecek kadar rahatsız edici bir grilikte olması herkesi tedirgin ediyor, hatta korkutuyordu. Başkanın işi başından aşkındı. Bir an önce karşısındakine haddini bildirip bekleyen işlerinin başına dönmek istiyordu. Daha ataması yapılacak yeğenler listesi, mülakatta elenecek akraba dışı vatandaş listesi ve ihaleleri kazanacak şirketler listesi masasının üzerinde öylece bekliyordu.


“Söyle bakalım senin rengin ne, olayın ne, niye görünmüyorsun sen?” diye sordu Başkan. “Başkanım, eve gittiğimde varlığımı bölünmüş bir kavrayıştan çıkarıp, evren ile aramdaki mesafeyi kaldırıyor, zihnimle bedenimi yeniden biraraya getirebiliyorum. Zihinsel veya fiziksel bir şekilde ilişki kurduğum her ‘şey’ gibi ‘insan' suretinde ben de var oluyorum. O zaman rengim pembeden yeşile, maviden kırmızıya dönebiliyor. Nietzsche’nin de dediği gibi Başkanım, Dünya tarihinin en gözüpek ve en yalancı dakikasıdır bilme yetisini kuran kurnaz hayvanların varoluşu.” Başkanın kafası iyice karışmıştı, bu adam bu kuruma layık olabilecek dolulukta ve yetkinlikte bir ‘boş adam’ olmayabilirdi, nasıl gözden kaçırmıştı kendisinden öncekiler... Karşısındakini hakir gören ukala bir tavırla başını sallayarak devam etmesini istedi. “Binadan içeri girdiğimde bu bütünlüğümü yitiriyor, 'sadece insan’ oluyorum. Makineye dönüşerek asansöre doğru ilerlerken eksiliyorum. Daha az evvel benimle bir olan kavramlarla artık bir arada olmadığım bir noksanlık ile asansöre biniyorum. Heidegger noksanlığı; birbirine ait olanın henüz bir arada olmayışı olarak tanımlar ya Başkanım, ben zaten ait olduklarımı yere bırakarak eksiliyorum. Aidiyet derken mülk görmeyi, sahibi olmayı kastetmiyorum yanlış anlamayın sakın. Aşk bence tam bu noksanlıktan doğar esasen de oraya hiç girmiyim şimdi, orası uzun Başkanım. Ama eksik olduğuna aidiyet hissediyor sanırım tüm varolmuşlar. Neyse uzatmayayım, asansöre doğru ilerlerken sanıyorum rengim değişiyor, insanlar beni görmekte zorlanabiliyorlar. Bu nedenle çok kalabalık olduğunda merdivenlerden çıkıyorum.” Başkan konuya olan ilgisini çoktan kaybetmişti, öğle yemeğinden kalan plastik kaptaki sütlacı açıp plastik kaşığıyla yemeye başladı. Adamın dediklerini artık duymuyordu, tatlısını bitirdikten sonra araya girip “Neyse, sen bundan sonra hep merdivenleri kullan, çıkarken de söyle sekretere bana bi çay getirsin” dedi.


Renklerimizi çalanlara inat, gökkuşağının tüm renklerine sahibiz. Boş Adam Başkan'ın dediği gibi merdivenleri mi kullanmalı yoksa binayı terk mi etmeli? ‘Bina’ işlevine başka başkanlarla devam mı etmeli yoksa kapısına kilit mi vurmalı?

 

Serpil Albay