Hayatının aslında yoluna gireceğini sandığın gibi olmadığını fark ettiğinde kendini kocaman bir taş yutmuş gibi hissediyorsun. Hem de kısa bir süre önce de değil. Yıllar önce…


Hayatımın birçok zamanında kendime hayatta yer bulamıyor gibi hissettiğim olmuştu. Ancak bu seferki çok fazlaydı. Kimseden nefret edecek gücüm olmadığı gibi sevme isteğim de yoktu artık. Oturduğum o sandalyede kendimi o kadar çok orada değilmiş gibi hissediyordum ki herkese bir camın arkasından bakıyor gibiydim. Bulunduğum yerde mahzun oturuşumu, etrafımda dönen neşeli kalabalığa hafif tebessümde bulunuşumu, kemiklerim camdanmış gibi duruşumu herkes aylar önce kaybettiğim eşimden dolayı anlayışla karşılıyordu. Annemin el âlem üzüldüğümü görsün diye bana öğütlediği yastan bugün, bu düğünde çıkmalıydım artık. Eşimi kaybettiğim gün yaşadığım metanet karşısında “Bu kadar tepkisiz durma kızım, insanlar yanlış anlayacak.” demesinden, bugün “Bu kadar neşesiz durma, insanlar huzursuz olacak, keyiflen birazcık.” demesine tam 4 ay geçmişti. Demek ki insanlar, gerçek bir sevgiyi kaybetmek karşısında bu kadar hüznü yeterli buluyordu.


Oysa ben kaybetmenin hüznünü 9 yıldır içimde yaşıyordum. Zaten aşinaydım bu hisse. Hüznün sessizliğini yaşamın akışına katabiliyordum artık. Bütün hüzünler de sevinçlerle birlikte donuklaşmıştı. Şimdi sessiz duygularımla sürdürdüğüm o basit hayatımı, eşim benim ellerime bırakıp gitmişti. Her zaman nasıl hissedeceğimi bilmez hallerime “Merak etme, ben hayatı senden daha iyi biliyorum, sana yol gösteririm.” diyerek mukayyet olmaya çalışmıştı. Ona göre sevinçler, üzüntüler, öfkeler dizginlenerek yaşanmalıydı ve o yaşadığı daha fazla yılla bunu bana öğretebileceğini söylüyordu.


Onun bütün bu halleri çevremizdeki insanlar tarafından onu yeterli yapıyordu. Normal bir işi, ölçülü sevişi ve beni seçişi ailemin gözünde evlenmemiz için hiçbir engel bırakmamıştı. Üstelik benim başka yol seçeceğim riski de varken… “Hayatta bazı şeyler zamanlaması bakımından birbirini yakalar.” diyordu annem. Lise yıllarının bitişiyle ve en yakın arkadaşımla ikimizin de üniversiteyi büyük bir şehirde kazanmak istemesiyle yola çıkma isteğimize karar verdik. Üniversitesi bile olmayan bu küçük şehirde sıradan hayatlar yaşamak yerine kendimize bir gelecek çizebilirdik. Gideceğimiz yer, yapacağımız işler hakkında en ufak bir fikrimiz yoktu. Ama o bana, insanın heybesinde cesaret taşıdığı sürece hayatın ışığının hiçbir zaman sönmeyeceğini söylüyordu. Ailelerimizin de hayallerimize gülümsemesiyle bu yola çiçekler ekmeye hazırdık. Oysa annem onaylayan bir tebessüm yerine kocaman bir kahkaha patlattı bu fikre. Ona göre insana her şeyin güzel gelmesi kadar kötü bir şey olamazdı. Hayaller insana hep güzel gelirdi ama yaşandığında hiçbir şey sanıldığı gibi kolay olmazdı. Kimseye güvenilmez, büyük hayatlara öyle arkadaş aklıyla kalkışılmazdı. Sonuçta bugün vardı, yarın yoktu diyerek… Yarınım da yok oldu. “Kız başıma başka bir şehirde kuracağım plansız ve güvensiz bir gelecek” olarak nitelendirilen hayat asla kabul edilmedi. Benim üniversite okuma hayalim de böylelikle bir daha gündeme gelemedi. Sonra büyük bir şehre bir yolculuk oldu, herkes için oldu ve her şey onlar için artık bir yolculuktu.


Anılar onları yaşayamadığımız sürece bizi de o zamana tutsak ediyormuş meğerse.

İşte bu düğünde, bu sandalyede oturup insanlara hayatın kaldığı yerden devam ettiğini gösterirken asla öyle olmadığını düşünüyordum. Çünkü ben içimdeki, hayata yeni adım atmaya heveslenen o kız çocuğuna devam edebileceğini hiç anlatamadım. Hayat benim için bir daha yenilebilir olmadı. Kurduğum hayallere başkalarının istekleri bulaşmıştı artık ve zihnim bulanıklaşmıştı. Ben hayatımın kristal bir parçayken ailemin onu yere atıp tuzla buz etmesine isyan ederken onlar kimsenin ulaşamayacağı bir vitrine kaldırdıklarını iddia ediyorlardı. O vitrinde tozlanıp unutulacağını nerden bilebilirdim ki. Aynı yıl içerisinde bir gün tanımadığımı sanacağım arkadaşımla çıkamadığım yola, gerçekten hiç tanımadığım bir adamla çıkmıştım. Üstelik bu yolda bana ait ekilmiş tek bir çiçek yoktu.


Bir kararın gidişi ve bir kararın gelişiyle birbirini yakalayan zaman, benim hayatımdaki seçimlerimi anlamama fırsat vermeyecek kadar hızlı geçiyordu. Zaten düşünmeme, hissetmeme ve davranmama da pek gerek kalmıyordu. Çünkü eşim kendisini, bunları ikimizin yerine de yapabilecek vasıfta görüyordu. İlk zamanlarda üzerimde kara bir gölge gibi hissettiğim bu durum zamanla güneşten kaçıp saklandığım bir yer haline dönüşmüştü. Hayat onun bildiği gibi giderse bana da yapacak pek iş düşmezdi. Düşünmek ve hissetmek gibi büyük sorumluluklar ona aitken geri kalan basit sorumluluklar da bana aitti. Bunu kabul ediyordum çünkü artık hayata dair hayaller kurmam gerekmediğinden vazgeçişler de yaşamıyordum. Aramızda ikimizin de sözünü bile açmadan yaptığı bir sözleşme var gibiydi. Ama bu sözleşmede bir gün hayatı bana bıraktığında o küçük kıza nasıl adım atacağını söylediği bir madde yoktu. 


Ben düğün alanına girip düğün sahiplerine iyi dileklerimi sunduktan sonra şu anda oturduğum sandalyeme geçerken onun şaşkın gözlerle bana bakan, yürürken dalgalı saçlarını savuran, yetişkin halini neşesiyle çocuklaştıran, o ilk adımlarımı atacağım arkadaşımla ansızın karşılaşmıştım. Sanki düğün alanın öbür ucundan değil de yıllar önce birlikte hayal ettiğimiz yolun sonundan bana el sallıyordu. Gelirken heybesindeki ışıltılı cesaretini boynuna takmış, asla düşürmek istemez bir zariflikle taşıyordu. Birbirimize sarılırken kollarımızın aynı uzunlukta olmadığını fark ediyordum. O hem hep tanıdığım hem de hayatım boyunca asla ulaşamayacağım biri gibiydi artık. Çevremizdeki insanların bizi denk düşüremez bakışlarını fark ediyordum. Omuzlarım yer çekimine yenik düşüyordu yan yana aldığımız her nefeste. 2 saat sonra kalkacağı uçağına rağmen bu düğüne kısacık uğrayarak yıllardır göremediği beni görmek, yine onu tamamlamıştı. Oysa ben, eksik kalan taraftım. Yıllar sonra omuzlarıma bir yükmüş gibi bırakılan hayatımda debelenirken bazı şeyler zamanlaması bakımından yine birbirini yakalamıştı. Anlıyordun ki bittiğini sandığı her anda bir yenisini ekliyordu aslında insan. Bazen bir yok oluşta fark ediyordu varlığı. Oturduğum o sandalyede kendimi o kadar çok orada değilmiş gibi hissediyordum ki herkese bir camın arkasından bakıyor gibiydim.