Benim için çok değerli olan bir arkadaşım kaybettiği bir insandan bahsederken “Ben onunla birlikte çocukluğumu gömdüm toprağa.” demişti bana. O anda kurduğu cümleyi tam anlamıyla idrak edememiş olsam da biraz düşününce taşlar yerine oturdu.


Ölüm bir nevi gitmektir, normalde yapılan gitme eyleminden farkı ise geri dönüşünün olmamasıdır. Bir insan hayatımızdan gittiğinde daima yanında bizim de bir parçamızı götürür hatta geri dönse bile o parçayı yerine oturtamayız çünkü ardında bıraktığı boşluk rüzgardan aşınmıştır, ayrılık rüzgarından ve döndüğü zaman yanında getirdiği parça bıraktığı boşluğa uymaz. Ölüm de böyle gerçekleşir aslında; hayatımıza birileri girer, bir süre mutlu oluruz, sonra bir parçamızı alıp giderler, her giden başka bir boşluk bırakır ve bir de bakarız ki artık kocaman bir boşluktan ibaretiz. İşte bu ruhun ölümüdür, en son ruhumuz da çekip gittiğinde -tüm diğer gidenler gibi- o zaman bedenimiz de ölür ve bu dünyadan siliniriz, ardımızda ise bizden giderken alınan başka kimseye uymayacak olan parçalarımız kalır, ne yazık parçalar artık işlevsizdir. Bizim bedenimiz bu dünyadan giderken ise yepyeni bir döngü başlar, boşluk döngüsü. Belki bizi seven bir insanın kalbini söker götürürüz kendimizle, belki küçücük bir çocuğun “anne” kelimesini kullanma özgürlüğünü alırız elinden. Her ne kadar yapmak istemesek de bu fıtratımızda vardır, ne yazık ki insanoğlu acımasızdır, bu acımasızlığın doğuştan var olması ise akıllara şu soruyu getirir: “Tanrı da acımasız mıdır?” Kendimizi bildik bileli Tanrı’nın affedici olduğundan bahsedilir, peki ya tüm bu acımasızlığın kaynağı nedir? Kötü olan tüm bu duygular nasıl girdi öyleyse tertemiz(!) dünyamıza? Neden gidenlerin ardında kapatılmaz boşluklar bırakmasına müsaade edildi? Neden bu boşlukların bir sonu yok? Son dedikleri şey dünyanın koca bir boşluğa dönüşmesi midir? Eğer öyleyse o gün gelene dek benden hepinize boşluklu geceler.