I

“uyan turgut’um, garibim, uyan bura termedir

terme köprüsünden kamyonlar geçer”[1]


Cem Karaca, “bekle beni” şarkısında bütün gücünle bekle der, bütün gücünle bekle. Beklemenin yükü gücün sınırlarını zorlar çünkü. Her an çatlamaya hazır bir karınla yaşamaya mahkûm gebedir bekleyen. Ümidin ve hüsranın çift taraflı bıçağı altına yatmış, seyircisiz bir mukavemet gösterisinde. Neyi doğuracak?


Kesinlik, bekleyişin lügatinde kimsenin rastlayamayacağı bir kelime. Açılacağından emin olunan kapının eşiğinde durmak bekleyiş değildir. Çünkü eşik addedilebilecek yer, nihayeti birbirine benzeyen fakat aşinalık taşımayan insanların cesetleriyle bulanmış, balçıktan imal bir tekinsizlik coğrafyasıdır.


Uyan Turgut’um, garibim. Uyan, sen burada, karanlığın ezdiği odanın göçüğü altında gün doğana dek saatlerce aynı köprüyü seyrettin. Manzarasız ve gözsüz bir seyir. Yoldan yalnızca şehirler arası otobüslerin, yük taşıyan kamyonların geçtiği, tenhalığın uykulardan tüterek peyda olduğu vakitlerde dilsiz bir taş gibi. Uyan. Bu köprüden yük getiren ve yük götüren kamyonlar geçer. Boşluğu, yani bir yükün hatırasını taşıyan kamyonlar geçer. Nasıl da benziyorsun onlara değil mi? Bak, nerede rastlıyorsun kendine.


Her şeyin vakti var ve hiçbir şeyin vakti belli değil. Tüm duygular yaşanmış ve tüm cümleler söylenmiş. Güneşin altında yeni bir şey yok der Eski Ahit’te: “Onunla uğraşsınlar diye âdem oğullarına Allah’ın verdiği zahmeti gördüm.”[2] Zahmet, bekleyiş, yaşamak ve kendini bir yük gibi taşıyan insan.


Uyan Turgut’um. Garibim.



II

Anlaşılmak. İnsanı seyrelten şeylerin başında. Anlatabilmek ise daima ikinci sırada. Zira, anlatılanı anlayabilmeye kadir bir muhatap bulunmadığı zaman, cümleye dökülmüş en derin hissiyat ve düşünceler bile ıskartaya çıkar, heba olur. Anlatabilmiş olmak ancak anlaşılmakla mümkün.


İnsanın kendi muhtevasını kavrayabilmesi için gerek algısal yargılarla müsemma maddi uzviyetini gerek nas ve tecrübi yorumlarla inşa edilmiş zihinsel alemini keskin sorulara maruz bırakması, onları ateş altındaki bir savaş meydanına çekip seyretmesi; pörsümüş, küflenmiş, yaldızlı, ince işli bütün yanlarını çıplak bir şekilde görerek yepyeni bir kendilik keşfine açılması gerekiyor. Ardından anlamak ve anlatabilmek. Çünkü kendi derdini bilen, kendini söküp yeniden takanla aynı. Maddi ve manevi anatomisine asgari düzeyde hâkim olanla. İnsan mefhumuna başka nasıl dokunulacak?


Bir anlaşma vaki olduğunda gerçekleşen seyreliş ise beden tulumunu peşine çekenin yalnız kendisi olmadığının ayırdına varışla. Kendisi gibi birini bulmanın hazzıyla. Aynı hastalığa yakalanan iki kişinin, yan yana duran yataklarında birbirini ilk defa görmelerine ve hiç konuşmamalarına rağmen buluştukları o kutsal hissedişle.


Kimse kimsenin sıkıntısını gideremez. Öyle bir kudrete sahip değil insan. Yalnızca anlamak ve anlatmak var. Yalnızca yan yana olmak. Bu paydaya değebilen herkese merhaba.


“Dinleme ve anlama yeteneği çok değerlidir… Bir kez olsun, aynı şeyleri hissetmeyi başarabilen iki insan birbirini hep anlayacaktır. Bunlardan biri buzul, diğeri isterse atom çağında yaşamış olsun fark etmez.”[3]





[1] Turgut Uyar, Akşam Üstü Rüyası.

[2] Eski Ahit, Vaiz, Bap 3, 10.

[3] Andrey Tarkovski, Mühürlenmiş Zaman.