Öyle umarsız da değildi. Kadınların göz altlarını her gün sıkılmadan boyaması gibi örtmeye çalıştığım fakat içten içe kemirdiğini bildiğim bir kederdi nefesimi tizleştiren. Kesik kesik ama bir o kadar istikrarla mors alfabesi dokudum ruhuma. Belki ben unutmak için itina ile kaçtım. Ama o hiç pes etmeden işlendi içimde.
Bunun farkındalığını göz ardı etmelerim ve bilincim bir masada oturup her sabah o demli çayı içtik yüz yüze. Afili bir gamın gölgesinde soluklanan ruhumsa zemini boş bir evde, herkesin evinde bir zamanlar olan o sarı kahverengi battaniyenin altına saklanıp babasının eve geliş saatini bekledi. Portakal yedikten sonra parmaklarında kalan o nahoş kokuya hapsetti kendini. Duvarlar rutubetlendi, sonra belediye gelip yıktı evi. Kenar yerlerinden soyulmuş ahşap bir komodin olup üstüme annemin dantelleri örtülsün istedim. Karda kışta akşama kadar oynayıp eve geldiğimde ıslak ayaklarımı peteğe yaslayacak bir çocukluk aradım telaşla. Sahipsiz bir mezarın başına geçip ağladım bağıra çağıra. Yanan bir binanın içinde dans eden o iki insanı okudum. İmrendim. Bense koşturdum o anıdan o anıya. Kendimi ve büyüyen kederlerimi toz ettim, halı bulamadım altına süpürecek. Cebime doldurup kaçtım. Çocukluğumdan kalan sadece bir korkuydu ve ona tutunup kaçtım. Sonra bir bank buldum yalanlarla yeni boyanmış. Oturup dinlenmek ve korkuyu ertelemek. Tekrar o korku geldiğinde kaçarken yalnızca eteğime bulaşan boya kaldı bana. Parklarda, bahçelerde, sokaklarda o battaniyenin altını aradım. Sanki koca bir endişeydim, gözlerimden göğsüme, oradan ince ince bileklerime. Yıllar geçtikçe değerlenen anıları kadehe döküp içmek vardı her gece. İlk geceden sonra tadı bozuldu, korku hemen yuva yaptı bardağıma. Onu da kırıp attım hemencecik.
Doğumdan ölüme olan bu koşturmacayı herkes farklı dokur bilirim.
Bense oturmaktayım ışığı titreyen sığ bir sokakta.
Ağladığım sadece burnuma dolan boya kokusu oysa.