“Kelimelerin nereden geliyor?” diye sordular.

Ne zor bir soru ama. Cevabı matematiksel bir kesinlikle ifade etmek mümkün değil, şüphesiz. Zira, tüm matematiğin ve rasyonalitenin tamamen dışında olmasa da tamamen içinde de değil, kelimelerin geldiği yer. Bakılan yerin, kişinin gözlerinin, kokusunun, dudaklarının kıvrımlarının veyahut sesinin tınısının veya bir şeyin, bir ağaç ya da bir nehir örneğin; esintisinin, akışının ve deviniminin inşa ettiği hakikat, farklı bir gerçeklik pelerini giyiyor anlatıcının gözünde, zihninde ve de kalbinde.


“Ait oldukları yerden,” diye cevap verdi hikâye anlatıcısı, verdiği cevaptan pek de tatmin olmayarak.

“Hikâye dediğin, bir anlamda, hak edileni ait olduğu yere iade etmektir.”


Anlattığı hikâyeleri düşündü. Kişileri ve hayatları, doğumları ve ölümleri. Hikâyelerinde doğanlar kadar, doğamayıp bir umutsuzluğun içinde boğulanlar da vardı. Tıpkı, öldüğüne ikna olamayıp yaşama tutunmaya çalışanların olduğu gibi. Sonra, bir vakti hatırladı; yazmaya ve anlatmaya cüret edemeyeceği kadar güzel ve yüce bir yıldızı, yine de denemekten kendini alıkoyamadığı yıldızı. Yıldız o kadar canlı ve o kadar ceberuttu ki o ana dek nasıl fark edemediğine şaşmış ve bir anlamda da sinirlenmişti. Şaşırmıştı, çünkü yıldızın ışıltısı, daha önce karşılaştığı hiçbir şeyle tasvir edilemeyecek kadar görkemliydi. Ve kızmıştı, çünkü onu çok geç fark edebilmiş; ondan öğreneceği kelimeler varken onca zaman boyunca o kendi, sönük kelimeleriyle hikâyeler anlattığını keşfetmişti.


“Bana kattığı renkleri ve kelimeleri hâlâ taşıyorum,” dedi kendi kendine. Kızıl gözlerinden birkaç damla yaş süzülüverdi.


O vakitler, dışarıdan bakıldığında, umutsuzca o yıldızı anlamaya çalışıyordu. Yakından ise onu anlamaya her geçen gün biraz daha yaklaştığını hissediyor ve umudunu onun varlığından alıyordu. Ondan pek çok şey öğrenmişti, bunu biliyordu.

Daha önce pek çok yaşama hayat vermesine rağmen, derin bir nefes almayı ondan öğrenmişti. Daha önce pek çok aşığın kalp kırıklıklarını yabancı diyarlardan toplamasına rağmen, sevme ihtimalini ondan öğrenmişti. Daha önce pek çok masalın anlatıcılığını yaparken kahramanı olmayı ondan öğrenmişti.


Yıldızın gökte bir kar tanesi veyahut asil bir yaprak gibi zahmetsizce süzülmesi onu daima farklı bir ilhamın peşine düşürse de artık korkmaya başlamıştı. Başladığı en güzel hikâyenin öznesini, hikâyeye dahil edemiyordu. Onu anlatmak için seçtiği ve kudretini ondan alan kelimeleri, ona dokunamıyordu. Yıldız, reddediyordu hikâyeleşmeyi, onun yapabildiği tek şey ise hikâye anlatmaktı.


“Hak edileni, ait olduğu yere iade edemedim,” dedi. “Başladığım en güzel hikâyeyi, onun mimarına, gökteki en güzel yıldıza inandıramadım.”


Eğer bir hikâye yoksa anlatılacak bir şey de yoktur. Ve anlatılacak bir şey yoksa bir hikâye anlatıcısı da.


Gökteki en güzel yıldız hâlâ oradaydı; kendine ait melodisiyle zarif bir yaprak gibi süzülmeye, gezgin ve bilgin ışıltısıyla onun dünyasını aydınlatmaya devam ediyordu. Hem de kayıtsızca. O ise yıldıza erişemezliğinin farkında ve sürgününde; eski hikayelerinin yıldızın yanındaki gösterişsizliğinin ve sıradanlığının bilincindeydi. Hem de acımasızca.


“Ondan öğrendiklerimi anlatarak onları daha fazla ziyan etmeyeceğim. Işıltısı hâlâ gözlerimi aydınlattığı sürece, bu olmayacak. Anlattığım tüm hikâyeleri unutun. Veyahut hatırlayın ve her hikâyenin acımasız ve kaçınılmaz bir şekilde uğradığı gibi, onları kulaktan kulağa kendi basit kelimelerinizle anlatın ve hakikatlerini çarpıtın. Bu gece ve bu yıldızlar, bu ateş ve bu toprak, bu rüzgar ve bu karanlık, anlattıklarımın son şahididir. Bu, hikâye anlatıcısının hikayesinin bittiği yerdir.”


İşte böyle buyurdu hikâye anlatıcısı.