Charles Bukowski ile tanışmam lise sonda olmuştu. Bir edebiyat dergisinde şiirini görmüştüm. “Böyle geldik böyle gidiyoruz” yazıyordu kocaman puntolarla. Şiirin devamını okudum.


Çok masraflı hastanelere gideriz

Oralarda ölüm çok daha ucuza gelir

Çok kazanan avukatlara gideriz

Suçunu kabullenmek daha ucuza gelir


Diye devam ediyordu. Etkilenmiştim. Bu kadar sade sözcüklerle çok şey anlatmak başarıydı. İki ay boyunca Bukowski’nin kitaplarını okumakla geçirdim vaktimi. Ekmek Arası, Postane, Pis Moruğun Notları vs. birçok romanını, birçok öykü kitabını ve birçok şiir kitabını bulup okudum. Kimseye bağlanmadığım kadar bağlanmıştım Bukowski’ye. Lakabının “Baba” olduğunu öğrendim (herkes tarafından kabul gören değil). Baba diyordum ben de Bukowski’ye. Türkler “Buko Baba” diyordu. Kötü bir çocukluk geçirmiş ve bunu edebiyatına yansıtmıştı. Bir röportajında “Babamın kayışıyla bana her vuruşunda bir öykü biriktiriyordum aklımda.” diyor. Ne acıklı!


Bukowski, benim içimde daha önce de var olan yazma duygusunu ortaya çıkarmıştı. Bu duygu artık damarlarımda akan o koyu kandan farksızdı. Yazar olmak istiyordum. Bukowski kadar büyük yazar olmak istiyordum. Amacım gerçekten yazar olmak mıydı yoksa şan şöhret miydi? Bugünden geçmişe bakınca ne kadar acıklı bir istek olduğunu anlayabiliyorum. Ama Bukowski kadar büyük bir yazar olabilmek “bir şeylerini” kaybetmiş herkesin hayalidir. Yazıyor, okuyordum. Sonra daha çok yazıyor, sonra daha çok okuyordum. Yazdıklarımı dergilere gönderiyor, umutla bekliyordum. Ve haliyle sonunda ret yiyordum. Çünkü yazdıklarımı belli bir süre geçtikten sonra okuduğumda, saçmalıktan ibaret olduğunu anladım. Hem kurgularım kötüydü hem de üslubum.


“Yeteneğim yok” diye düşünmeye başlamıştım. Yeteneğim yoktu ve yazar olmak çok çalışılarak olabilecek bir şey değildi. Bir gün Bukowski’ye bir tane genç “Yazar olmak istiyorum!” diye bağırmış konferansın ortasında. Bukowski de “Yazar olmayı sen seçmezsin, yazarlık seni seçer.” demiş ve gülmüş. Sanki o soruyu Bukowski’ye soran genç, bendim. Ve o cevabı ona değil de bana vermiyormuş gibi düşünmeye başladım. İyice kabullenmiştim yazar olamayacağımı ve kendimi daha da diplere atmaya başlamıştım. En dibe vurmak istiyordum. Ama yine de bir yanım aydınlıktı. Dergilere öykülerimi göndermeye devam ediyordum. “Üzgünüz, öykünüze dergimizde yer veremeyeceğiz, üzgünüz, üzgünüz…” Bir sürü ret cevabı ve bir sürü geri dönülmeyen mailler… Bense her reddedildiğimde bir kahkaha patlatıyor, kendimle alay ediyordum.


Ama artık pes etmiştim. Yazmıyordum. Bir gün bir arkadaşımın yanına gitmiştim. Öyle sohbet etmek için. Ona dedim ki “Dibe vurduğunu nasıl anlarsın?” bana verdiği cevap, beni etkilemişti. “Hâlâ acı çekiyorsan daha en dipte değilsin demektir.” o anda anlamamıştım, biraz duraksadıktan sonra ekledi, “Acılarına rağmen gülüyorsan en diptesindir.” deyip gülmüştü. O geceden sonra içimdeki yazma isteği, o damarlarımdaki Bukowski olma hayali tekrar canlanmıştı. Belki de hiç ölmemişti, bilmiyorum. Beni yazmaya zorluyordu. Bense hiç oralı değildim. Çünkü o defteri kapatmıştım artık ve geri açmak istemiyordum. İnadım inattı. Ama başaramadım. İçimdeki her neyse beni yenmişti. Bir gece, kafamın kıyak olduğu bir gece eve gidip masanın başına oturmuştum. Kağıdı kalemi elime almış bekliyordum. Ne yazacağım hakkımda hiçbir fikrim yoktu. Sonra o arkadaşımın hayat hikayesini yazdım. Kendime son bir şans tanıdım. İçimdeki o güçlü dürtüye karşı son bir şans olarak öyküyü dergiye gönderdim. Kabul edilmiş hatta çok beğenilmişti. Derginin sahibi bana bir köşe vermişti ve iki ayda bir öykü göndermemi söylemişti. Galiba başarmıştım. Ama bu sefer ben yazar olmayı değil, yazarlık beni seçmişti.



25.01.2022