Hüseyin ve kardeşi henüz bebekken, annesi onları eve kilitleyerek çıkıp gitmiş; bir daha da eve dönmemiş. Hüseyin henüz 5, kardeşi de 2 yaşlarındaymış. Birkaç gün sonra artık açlığa dayanamayan bu iki çocuğun ağlamalarını duyan komşular gelip onları bulmuşlar. Hemen polisi aramışlar. Kardeşi doğduğu vakit Gürcistan’a kaçan babasının peşinden annesi de gittiğinden, polis aileye hiçbir şekilde ulaşamamış. Hüseyin’i yetimhaneye teslim etmişler. Kardeşini de babaannesi almış. O günden sonra Hüseyin içine kapanmış. Çok az konuşur olmuş. Okumayı öğrendikten sonra da kendini kitap sayfalarının arasında kaybetmiş.
Nisan’ın hikayesi ise daha farklı. Doğumu sırasında kan kaybından ölmüş annesi. Onun üzüntüsünden babası da ince hastalığa yakalanmış. Çok aşıkmış karısına. Çocukları olsun diye çok uğraşmışlar. Gitmedikleri doktor kalmamış. Eşinin hamile olduğunun haberini alınca koca bir inek kestirip dağıtmış. Ama hayat bu ya, o çok istediği çocuğu, aşık olduğu kadını elinden almış. Babası bu yüzden Nisan’ı neredeyse hiç sevmemiş. Temel ihtiyaçları dışında manevi hiçbir ihtiyacını karşılamamış. Eşinin ölümünden hep kızını sorumlu tutmuş. İnce hastalığa yakalandığı vakit de tedaviyi reddetmiş. Beş sene o şekilde yaşadıktan sonra vefat etmiş. Ailede bakacak kimse olmadığından da Nisan’ı devlet korumaya almış.
Tazecik bir bahar sabahı Nisan yetimhanenin bahçesinde, her zamanki yerlerinde oturuyordu. Oyun oynayacak yaşı çoktan geçtiklerinden olsa gerek Hüseyin ile artık sadece konuşup dertleşiyorlar, birbirlerine şiirler öyküler okuyorlardı. O gün de yine bahçede otururken Hüseyin elinde Nazım’ın bir şiir kitabı ile geldi. ‘Seviyorum seni/Yaşıyoruz çok şükür der gibi’ dizelerini okudu.
-Ne güzel seviyormuş Nazım değil mi Hüseyin? Şu dizeleri nasıl büyük bir sevgi yazdırmış olabilir ki bir insana?
-Asıl soru: Böyle sevmeyi nereden öğrendi bu adam?
-Bilmem ki… Doğarken kalbinde öyle büyük bir sevgiyle doğmuştur belki.
-Sevmeyi bilmezsin ki doğarken. Severek öğretir annen-baban. Kimse sevmedi beni. Sevilmekten önce terk edilmeyi öğrendim.
-Yurda 5 yaşında geldiğini söyledin. Öncesinde annen emzirmiş, koklamış, öpmüştür. Ateşin varken başında beklemiştir sabaha dek. Parka götürmüş, oyuncak almış, oyun oynamıştır. Bunlar hep sevmek.’
- İyi ya da güzel hiçbir şey hatırlamıyorum 5 yaşımdan önceki zamanla ilgili. Ya öfkem sildi onları ya da hiç yaşamadım. Kötü olan her şeyi ise çok net hatırlıyorum. Annemin sürekli bağıran çağıran, bizi süpürgeyle döven bir kadın olduğunu da hatırlıyorum. Bir tane küçük kardeşim var. Onu bile sevmedi annem. Ben iyi kötü başımın çaresine bakıyordum ama kardeşim daha bebekti terk edildiğinde. Yurttayken hep onu düşünürdüm. Babaannem onu üzer mi; kızar, döver, aç bırakır mı diye. Çok şükür öyle değil, seviyorlar birbirlerini.
Kısa fakat derin bir sessizlik oldu ikisinin arasında. Küçücük avuçlarının bonkörlüğüyle, musluktan kana kana su içmek zamanlarıydı. Bir sonraki gün için yaşamaktan başka planlarının olmaması gerekiyordu. Kıyasıya yaşamalılardı hayatı, deli taylar gibi koşa koşa. Mesela bir bayram sabahı yeni ayakkabılarına kavuşup kıymetini bile bile yürümek vardı. Çünkü çocukluk, maddeselliğin maneviyata karşı hezimetiydi. Misket oynayan ellerimiz ne kadar kirliyse, o kadar temizdi niyetlerimiz. Ama Hüseyin ve Nisan, ‘çocukluklarıyla’ beraber ‘hiçbir şey’ gibi ayrı yazılıyordu. Bir harf mesafesi bu aralık hiçbir zaman kapanmadı. Yazık bu kavuşamayan ömürlerine!
- Birkaç aya buradan çıkacağız nihayet. Ne yapacaksın çıktığın zaman?
- Bilmiyorum. Bir zeytin ağacı dikeceğim ilk önce.
- Zeytin ağacı mı? Neden?
- Sen bana yaşamayı sevdirdin Hüseyin, sonra da Nazım’ı. Nazım da bana zeytin ağacı dikmek gerektiğini öğretti. Ben de buradan çıktığım vakit zeytin ağacı dikeceğim.
- Ben de eşlik edebilir miyim sana?
- Gerçekten mi? Çok isterim. Kazma kürek işlerinde iyi değilimdir, yani bu sıska kollarla…
Sayılı gün çabuk geçti. Nisan ve Hüseyin 18 yaşını doldurup ayrıldılar yetimhaneden. Hüseyin, babaannesinin evine gitti. Bir kitap dükkanında iş buldu, çalışmaya başladı. Bir yandan da kendi kitabını yazıyordu. Hiç bilmediğini iddia ettiği sevgi hakkındaydı bu kitap. En yakın dostu Nisan bile habersizdi bu girişiminden. Hüseyin yalnızlığına kimseyi ortak etmezdi. Bir tek Nisan’ı sevmesine rağmen şu hayatta, ‘Seviyorum diye avucuma çiviyle çakacak değilim ya!’ derdi içinden.
Nisan ise çıkar çıkmaz elinde bavulu, annesinin mezarlığına gitti. Uzun uzun konuştu, şu an yeniden başlayan hayatında neler yapacağını anlattı demek isterdim ama hayır, Nisan, uzun uzun sustu. Çünkü ölülerle konuşamayız. Canlının ölme edinimi bulunamaz. Varlığın sönüşünü düşünmemizi sağlayan bir fiil olmaktan başka ölümün kendinden öte anlamı, kendinden daha büyük şiddeti yoktur. Olsa olsa en ıstıraplı anların kara metaforudur ölüm. O yüzden ‘’gencecik insanlar ölüp ölüp duruyoralar’’ diyemeyiz. İnsanlar ölüp ölüp ölürler. Öldükleri yerden devam edemezler. Nisan da tüm bunların bilincinde sadece sustu.
Zaman aktı geçti tertemiz bir dere gibi. Nisan ve Hüseyin yurttan çıkalı neredeyse 7 sene oldu ve ne gariptir ki bu iki çocuk -evet çocuk- birbirini ayrıldıkları günden sonra hiç görmediler. Birlikte geçirdikleri 12 yılda sadece uyku vakti ayrılan bu iki çocuk, görüşmedikleri 7 senede sadece birbirlerini özlemekle yetindiler. Nisan üniversite kazanmış ve mezun olmuştu. Güzel bir şirkette yöneticilik yapıyordu. Ama içten içe de hep Hüseyin’in sevmeyi öğrenip öğrenemediğini merak ediyordu. Çünkü kendisi de Hüseyin’den başka biri nasıl sevilir bilmiyordu. Hüseyin ise vaktini çalışarak geçiriyor, arta kalan zamanında da yıllarca göremediği kardeşine babalık yapıyordu. O da içten içe Nisan’ı özlüyor ve merak ediyordu. Acaba evlenmiş miydi? Şu an aynı şehirdeler miydi? Hiçbir şey bilmiyordu. Kader bir yerde ağlarını örüp bu iki çocuğu tekrar bir araya getirecekti elbette. Yarım kalmış bir hikayeyi anlatacak değilim uzun uzun.
Hayatları boyunca aileleri tarafından sevilmemeyi sırtında bir kambur gibi taşıyan çocukların çoğunluğunda bel ve boyun fıtığı gözlemlenir. Nereden çıktı demeyin, bana güvenin. Tamamen gözlemleyerek yazıyorum bunları. Hüseyin ve Nisan’da da, birinde bel birinde boyun fıtığı olmak üzere görülüyor bu durum. Kader de ağlarını tam olarak burada örüyor ve Nisan ve Hüseyin’i hastane çıkışında karşı karşıya getiriyor. 7 senenin sonunda birbirini gören bu iki çocuk birkaç saniye bakıştıktan sonra bir ‘merhaba’ bile demeden, öyle büyük bir hasretle birbirlerine sarıldılar ki, ben bu hasretliği dağarcığımdaki kelimelerle betimleyemem, üzgünüm. Bu güzel anda sessizliği bozan Nisan oldu. Ne diyeceğini de bilemiyordu aslında. Aklına gelen ilk kelimelerle birkaç soru cümlesi sıralayıverdi.
- Nasılsın Hüseyin? Nerelerdeydin bunca sene?
- İyiyim Nisan, asıl sen nerelerdeydin be kızım?
- Böyle ayakta mı konuşacağız? Gel bir kahve ısmarlayayım sana. Konuşacak, anlatacak çok şeyim var.
Beraber Nisan’ın arabasına binip en yakındaki kafeye gittiler. Sadece birkaç dakika süren bu yolculukta konuşan olmadı. Kafeye oturup kahvelerini söyledikten sonra çözüldü ikisinin dili de. Nisan üniversiteyi bitirdiğini, iyi bir şirkette iyi bir pozisyonda çalıştığını anlattı. Yurttan ayrıldığı vakit üniversiteye başlayana kadar dayısında kalmış, sonra da öğrenci yurduna geçmişti. Şimdi ise kendi evinde yalnız yaşıyordu. Hüseyin ise kredi çekerek kendi kitabevini açtığını, kardeşiyle beraber yaşadığını anlattı. Babaannesi 2 sene önce ölmüştü. Kardeşi onu büyüten kadının hayata vedasını kaldıramamıştı ve o günden beri antidepresan kullanıyordu. Hüseyin de bu koca çocuğa babalık ediyordu.
- Hastanede ne işin vardı?
- Bel fıtığı var bende. Ameliyat olmam lazım ama doktor 1 ay yatacaksın diyor. Ben 1 ay yatsam işe güce kim bakacak? Böyle çekiyorum ağrısını işte. Senin ne işin vardı?
- Bende de boyun fıtığı var. Sürekli bilgisayar başında olmak da tetikliyor herhalde. Ağrı kremi yazdırmak için gelmiştim. Bir de…
Nisan’ın boğazı düğümlendi. Konuşamadı. Anlatıp anlatmamak arasında kaldı. Hüseyin, Nisan’ı böyle endişeli görünce korktu.
- Bir de ne?
-Boş ver ya. Tatsız şeyler konuşmayalım bunca seneden sonra. Hüseyin, ben seni çok özledim. Çok aradım seni, bulamadım. Sen beni aradın mı hiç? Merak ettin mi?
Hüseyin bunca sene sadece Nisan’ı merak etmiş, onu özlemişti. Nisan’a aşık olduğunu ve onu çok farklı yerden sevdiğini de bu 7 senede anlamıştı ama bunları itiraf edemedi tabii.
- Ben de seni özledim tabii, Nisan. Dostluğunla geçirdiğim onca sene…
-Dostluğumla?
- Tabii, dostluğunla.
- Anlıyorum.
Birkaç saat önce doktordan duydukları yetmezmiş gibi bir de yıllar sonra karşılaştığı çocukluk aşkının, onu sadece arkadaş olarak görmüş olması Nisan’ı bir kez daha yıkmıştı. Çok güzel, alımlı bir kadındı. Bu 7 senede karşısına çıkan her erkeği, yüreğindeki Hüseyin aşkıyla uzaklaştırmıştı kendinden. Şimdiyse Hüseyin kalkmış ona dostluktan bahsediyordu.
- Bir de ne oldu Nisan, anlatmayacak mısın?
- Önemli bir şey değil. Kalkalım mı?
- Yanlış bir şey mi dedim?
- Hayır, sadece işe yetişmem gerekiyor. Seni tekrar gördüğüme çok sevindim Hüseyin. Bu kartım. Dilediğin vakit arayabilirsin. Arayı bir 7 sene daha açmayalım.
- Haklısın. Ben de seni gördüğüme çok sevindim. En kısa sürede tekrar görüşmek üzere.
Hüseyin birkaç ay Nisan’ı arayamadı. O şekilde birden kalkması sinirini bozmuş ve kafasını karıştırmıştı. Onu bekleyen biri mi vardı? Ya da aslında kendisini gördüğüne o kadar da sevinmemiş miydi? Yarım kalan cümlesinin devamı neydi? O neden Hüseyin’in numarasını istememişti? Aylarca kafasında bu ve türev sorularla yaşadı. Yaşadı da bi kez olsun aramadı Nisan’ı. Hüseyin hep böyleydi. Kimseye gitmek istemezdi ama bir şekilde herkes de onu bulsun isterdi. Bu kez dayanamadı ama. 7 senenin hasretliğine birkaç ay daha eklemiş ama artık bunu uzatmanın lüzumu yok diye düşünerek telefonu eline almıştı.
- Alo Nisan, Hüseyin ben.
Nisan bulunduğu yer ve durumdan ötürü panik olmuştu Hüseyin’in sesini duyunca. Sesini toparlayıp cevap verdi:
- Merhaba Hüseyin.
- Şey diyecektim, ben… şey için aramıştım…
- Ne için?
- Seni tekrar görmek istedim de.
- Şimdi mi?
- Evet. Yani hayır. Sen ne zaman istersen. Ya da istersen.
İsterdi tabii istemez mi! Ama bu halde, bu yerde nasıl görüşecekti. Geçiştirmek istedi. Ne diyeceğini bilemedi. Rahatsız edici bir sessizlik oldu telefonda.
- Orada mısın Nisan? Sesim geliyor mu?
- Evet, evet geliyor. Ben sadece şu sıralar biraz yoğunum. Araman iyi oldu numaranı kaydedeyim. Ben müsait olunca arayacağım seni. Kendine iyi bak, görüşürüz.
Nisan, Hüseyin’in cevap vermesini beklemeden panikle kapadı telefonu. Hüseyin anlık olarak çok öfkelendi. Nisan’a değil, kendine. ‘’Seni anan baban sevmemiş, elin kızı mı sevecek geri zekalı Hüseyin’’ diyerek önündeki masaya bir tekme attı. Dünyada kendisini en çok seven insan hakkında bu şekilde düşünmenin pişmanlığını, aylar sonra çalan telefondan aldığı haberle sarsıcı bir şekilde yaşayacaktı.
Kaderin ördüğü ağlar her zaman güzel olmuyor, bazen de kördüğüm oluyor. Bu gerçeğin acımasızlığından başka gerçek var mı? Hakikat bir damla asit, insanın avucunu yakıyor. Geriye inatçı bir boşluk kalıyor. Ne yapsak altını çizmeden okuduğumuz cümlelere döneceğiz. Çünkü sayfa bizi daima bırakacak. Mürekkep önce kuruyacak sonra uçacak. İçimizdeki sızılara güldüğümüzde bir an dineceğiz. Ardımızdan çekilen bir güneş batacak. Ne varsa kayıp gidecek avucumuzdaki delikten. Ne kadar hesap etsek huzursuzluğumuz açık verecek. Çünkü gün sonları bizi yine devredecek. O halde hayat bizim kendimize oyunumuzmuş diyeceğiz.
Aralık ayı bitmiş, yeni bir yıl başlamıştı. Birbirini kovalayan aylar nisan ayına gelince durdu birden. Ağırlaştı zaman, yavaşladı. Hüseyin’in telefonu çaldı. Çıktı evden, usulca. Acelesi yoktu artık. Çünkü zaten geç kalmıştı. Arayan Nisan’ın iş yerinden en yakın arkadaşıydı. Cenazeye çağırıyordu Hüseyin’i. Nisan, kanser son evredeydi Hüseyin’le karşılaştıklarında. Aradığındaysa kemoterapiden saçları dökülmüştü. Şimdi ise kimisi okuldan kimisi iş yerinden olan birkaç arkadaşı toprak atıyordu üstüne. Hüseyin’i arayan en yakın arkadaşı Hilal’di. Nisan’ın çocukluktan beri ona aşık olduğunu sadece Hilal biliyordu. Şimdi de cebinde bir zarf, cenazeden sonra Hüseyin’e verilmek üzere bekliyordu.
“Merhaba Hüseyin. Bu bir aşk mektubu değil. Evet sana aşığım, sana aşık olarak ölmek de göğsümde kocaman bir madalya. Ama bu bir aşk mektubu değil. Bunlar ölüme yaklaştıkça kafamın içinden melodik bir şekilde geçip beni rahatlatan cümleler. Şimdi seni de rahatlatsın. Öldükçe eksilen biziz, dünya değil. O bizim yerimize birini hep bulacak. Buna rağmen yüzerken yağmur yağınca dünya var sanacak insan. Söylediği zekice bir sözle güçlü hissedecek. Bahar açtığında kımıldayacak. Aklına bir fikir geldiğinde ciddiyetle anlatacak. Aşık falan olacak, büyük kavgalara kalkacak, davalara inanacak, kapıları tekmeleyecek, hapisleri yatacak, birisine şöyle zehir zemberek bir mektup döşenecek. Tarihe merak salacak insan, hayvanlara yardım edecek, bir şiir yazmaya görsün hemen kendini Tanrı sanacak. Boynunda yasemin, urgan ya da gerdanlık salına şişine dünyanın ortasında gezip duracak… Hadi öğrendik madem bunları neresinden dönsek kar demekle olmuyor. Çünkü hayat dediğin hantal bir şilep gibi kendi suyunda ilerliyor. Karadeniz’in karanlığında, buz denizinin aydınlığında, bir gizli kayanın sinsiliğinde bekliyor onu dünya, kilitlenmiş dümenine bakıp gülüyor. Ona çarpan her hayat su alıyor. Soğuyoruz büyüdükçe, ölünce buz gibi oluyoruz. Soğumanın da çeşitleri var, öğreniyoruz. Korkma Hüseyin. Zor zamanlarda mısın? Korkma… Geçecek. Geçer. Maalesef birbirine cesaret aşılayan bir toplum değiliz. Manevi dünyamız bile korkuya dayanıyor. Ne kadar yanlış! Allah sevgisi yerine Allah korkusuyla terbiye çabası köklenmiş. İlahi aşk demez miyiz? Hakka kavuşmak diye tanımlamaz mıyız? Korku bunun neresinde? Ne olur korkma Hüseyin. Korkma sev, olur mu?
Şimdi tüm bunları bil Hüseyin. Çünkü senden bir isteğim var, bana yetimhanede verdiğin sözü hatırla. Onu buraya, yanı başıma istiyorum Hüseyin. Bir de anneni affet. Kendine de dikkat et.’’
Hep Nisan’a çiçek almak istediği ama bir türlü cesaret edemediği o çiçekçiye gitti Hüseyin. Bir zeytin ağacı fidesi aldı. Gitti Nisan’ın mezarının yanına. Mektubunda yanı başına istemişti Nisan ama maalesef ağaç dikilecek bir alan yoktu. Hüseyin büyüdüğü vakit Nisan’ın da görebileceği hem de Nisan’a gölgesinin düşeceği bir yer buldu. Oraya dikti ağacı. Orada o ağaç büyümeyecekti. İklimi uygun değildi. Hüseyin, Nisan’ı sevdiği gibi sevdi o zeytin ağacını. Öyle gözetti. O ağaç büyüdü ama hiç zeytin vermedi. Gölgesi Nisan’ın üstüne de düştü ama zeytin vermedi. Hüseyin Nisan’dan sonra o ağaçla sevmeyi öğrendi. Ağacın büyüyüp de bir rüzgarda yıkılmayacağını, mezarlığa gelen geçenlerin ıslattığı toprakla da suyunu aldığından emin olduktan sonra Hüseyin, bir daha oraya hiç gitmedi. Taşındı o şehirden.
Bir ağacın hikayesini okumuş muydunuz hiç? Bu, bu ağacın hikayesi. İki küçük çocuk yaşadı bu hikayeyi, ben de yazdım. Yazdığım kimi öyküde bir yakınımı, kiminde aklımı, kiminde ruhumu, umudumu kaybediyorum. Hüseyin şimdi nerede bilmiyorum. Çünkü dediğim gibi bu, bu ağacın hikayesi. Hüseyin veya Nisan’ın değil.
Ömercan Çayır
2024-11-22T15:58:21+03:00"Birkaç saniye bakıştıktan sonra bir ‘merhaba’ bile demeden kaçıp gittiler" diyeceksin diye çok korktum vallahi.
Hasan Hüseyin Acar
2024-11-22T12:23:58+03:00O ağacın yerini ve mekanını bilen yegane kişi olarak söylüyorum ki; öykün ruhunu taşırmış, o yarım asırlık ağacın.
Dahası, tanrısal bakış açısıyla anlatırken, açık açık " bu öykünün tanrısı benim, dostlar", deyişin de dimağımda farklı bir tat bırakmakta.
Tebrikler, devamını merakla bekliyorum Kübranur'cum..