Hepimiz bir şeylere inanmak istiyorduk
Ne olduğunun, ne kadar imkanlı olduğunun bir önemi yoktu, bir şeylere inanmak istiyorduk. Güzel günlerin geleceğine, ızdırabın biteceğine, hükümetin bizi düşündüğüne, sevildiğimize, sevdiğimize, 50li yaşlarda deniz kenarında kahvemizi içip derin bir oh çekeceğimize, vergilerimizin bir işe yaradığına, en zeki olduğumuza, güzel ya da çirkin olduğumuza, dünya barışının geleceğine, 70li yaşlarımızda hala sevişebileceğimize, genç yaşlarda milyoner olacağımıza, bir sonraki dünyayı değiştirenin biz olacağımıza, mehdi olarak geldiğimize, ölümün büyük ıstırapları bitirdiğine, ölümden sonra yaşamın olduğuna, bir amaç için dünyaya geldiğimize, uzaylılara, düz dünyaya,iyiliğe kötülüğe neredeyse her şeye inanıyorduk. Sadece iyiye de değil kötüye de inanıyorduk. İnanmak istiyorduk. İnandıklarımızın gerçekleşmesinin ya da gerçekleşmemesinin, gözle görülmesinin ya da görülmemesinin bir önemi yoktu. Karşılıksız inanıyorduk, eylemin sonucuna değil kendisine bakıyorduk. Herkes bir şeylere inanıyordu, bazıları herkesin inandığına inanmıyor, kendi inanmak istediklerine inanıyordu. Sonuç olarak başkaları neye inanırsa inansın, insan kendi inanacağı bir şeyler buluyordu. İnanması zor şeylere bile inanıyordu. İnanmak bir taraf olmayı getiriyordu ve bundan hoşlanıyorduk. Bir konu hakkında fikrimiz olması hoşumuza gidiyordu ve başkalarının hoşuna gidip gitmemesi umurumuzda olmuyordu. İnanmanın gücüne inanıyorduk. Herkes inanmakta özgür, hiçbir şeye inanmamaya ise kimsenin hakkı yoktu. Zaten hiçbir şeye inanmayana inanmaya da gerek yoktu.