Dünden kalan acıyı sabahtan kalan çayla dindirdim. Dışarıda avuçlarından üzerime uğur olsun diye üflediğin karlar, depresyon hırkası ve radyo cızırtısı.


Kaybedilen yılların acısının dönüş yolundan getirdiğin unutma beni çiçekleriyle affedileceğini düşündün. Önce elime geçen her şeyi içinde sakladığım çatlak vazoyu ters çevirdim, sonra içine su koydum. Gözyaşlarım çatlaklardan sızdı. Çiçeği koyup yanına geldim. Ellerin ellerimde, ne zaman gideceğini bekledim. Gülümsedin. Hep çok sevdin. Hiç unutmadın. Gittiğin şehirlerden kuşlar gönderdin pencere kenarlarıma. Aldığın bir kitaba şiirler öğrettin. Boylu boyunca uzandığın koltukta bir çocuk gibi izledin, hiç gitmeyecek gibi yolda gördüğün bir arabanın rengini anlattın. Görmediğim bir ses, bir renk ve bir sesleniş var sende. Yine de dayanamayıp iki kolunun arasına sığdırabiliyorsun beni. Aklıma bir okul çıkışı bekleyişlerin, yaptığın piknik sepetlerin ve bir gazozu nasıl açtığın geliyor. Zaman geçiyor göğsünün ortasında. Kısalıyor. Adımlarım, seslenişlerin.


Bir nefes alabilmek için çıkıyorum odadan, adımla sesleniyorsun. Bu bir veda. Bana el sallıyorsun. Bu bir veda. Bak göz kırpıyorsun ve gülümsüyorsun. Bu bir veda.


Zamansız duruyorum bir kapı eşiğinde. Üzerime uğurlar olsun diye serptiğin karlar. Bir karton bardak, katran karası gece.


Geceyi gündüz eden ikinci gün. Evindesin. Ne çok sevdik seni. Ne çok sevdin. Hâlâ son üfleyeceğim pasta meyveli mi olsun, bunu düşünüyorsun. Karşındayım ama beni tam kırk beş dakika sonra görüyorsun. Hiç gitmeyecek gibi gülümsüyor ve bana o cümleyi kuruyorsun. Sonra gözlerime uzun uzun bakıp gülümsüyorsun.


Üzerimde bir eski hırka. Sabahtan kalma bir fincan çay. Son bakış. Okunan bir sela. Bu bir veda.


14 Ocak, 16