Anahtarı paspasın altına koyup kapıyı kapatıyorum ardımdan. Sokağa çıkıyorum. Yürümek var aklımda. Saatlerce. Nereye olduğunu bilmeden ama niçin olduğundan adım gibi emin. Yapış yapış ve soğuk bir Aralık öğleni var dışarda. Yağmakla yağmamak arasında tereddütte kalan yağmur, bir süredir kaldırımları kaplayan toz tabakasını ince bir çamura çevirmiş. Saat bire geliyor. Kimse yok sokakta. Çoktan, öğlen paydosuna çıkmış işçilerce işgal edilmiş olması gereken köşeler bile boş. Haklılar, soğuk içine işliyor insanın. Saatte bilmem kaç kilometre hızla esen rüzgâr, bıçak gibi kesiyor yüzümü. Altı aydır üşenip de yenisini alamadığım için tenekeye dönüşen tıraş bıçağım bile bu kadar acıtmıyor canımı. Ama inat işte, yürüyorum.
Beni bu havalar paklar ancak, diye geçiriyorum içimden, uzun süre sonra aldığım en net kararı uygulamaya giderken. Adımlarıma bile sirayet ediyor bu özgüven. Uzun süren belirsizlik, şimdi güneşe karşı çaresiz kalan sis misali eriyor yavaş yavaş. O eridikçe daha bir sıklaştırıyorum adımlarımı. Korkuyorum. Sis perdesinin tekrar her şeyi boğmasından, beni tekrar o dipsiz belirsizliğe mahkûm etmesinden korkuyorum. Hani, şu rüzgâr kendi istediği değil de benim istediğim yere götürecek olsa beni, kendi mi onun kollarına bırakmayı bile geçiriyorum aklımdan.
“Uzun süredir bu halde olduğunuzu söylüyorsunuz. Sizce neden olabilir?” diye soruyor doktorum. “Ama doktor bey,” diyorum, “nedenini kendim bulacak kadar ihtisasım olsa size ne hacet kalır?” Bozuluyor doktor. Yüzünü asıyor. “Şuralarda bir evrak olacaktı.” deyip çekmeceleri, dolapları karıştırmaya başlıyor. Bana verecek okkalı bir cevap bulabilmek için zaman kazanmaya çalıştığını fark etmediğimi sanıyor herhalde. Birazdan canı daha da sıkkın bir vaziyette tekrar karşıma geçtiğinde, konuşmasına fırsat vermeden kontra atağa geçiyorum. “Hayırdır, bulamadınız mı okkalı bir cevap?” Telefonun ahizesini kulağıyla omzu arasına sıkıştırıp bir yandan paketinden sigara çıkarmaya çalışırken bir yandan da güvenliği çağırıyor içeri. “Beyefendiyi dışarı alalım lütfen Erhan Bey.” “Erman,” diyor güvenlik görevlisi, anlamadım dercesine yüzüne bakan doktora, “Erman benim adım.” Yenilgi üstüne yenilgi alan doktora daha fazla yüklenmeden kalkıyorum yerimden. Kolumu güvenliğin ellinden kurtarıp, “İstemez, kendim çıkarım.” diyorum ve çıkıyorum.
Başladığım bütün yürüyüşlerin nihai durağı olmayı her seferinde ustalıkla beceren sahilde buluyorum yine kendimi. Az önceki zihin berraklığından eser yok şimdi. Sis yine galip geliyor. Belki bir faydası olur diye, bir süredir sırtıma sırtıma bindiren rüzgârı karşıma alıyorum tekrar. Bomboş sahilde muhatap olarak sadece beni bulmuş olan rüzgâr, benden çıkarmaya çalışıyor boşa esmesinin acısını. Yüzüme saldırıyor, beni devirmeye çalışıyor, denizi köpürtüp ayartmaya çalışarak bire karşı iki olmaya gayret ediyor. Neyse ki deniz, pek kulak asmıyor onun bu gayretine.
Fos çıkan ilk doktora nazaran Fatma Hanım’ı daha bir işinin ehli görüyorum. Gözlerime bakıyor uzun uzun. “Bence hayat dolu birisiniz ama bütün heyecanınıza bir set çekmişsiniz nedense. O seddi yıkmamız gerekiyor.” “Evet, tabii. Nasıl yapacağız bunu?” Gülümsüyor. “Bana bırakacaksınız kendinizi. Yap dediğimi yapacak, yapma dediğimi yapmayacaksınız. Aksi taktirde yol almamız imkânsız olur.” Elbette, siz ne derseniz o.” “Güzel.” Diyor, “şimdilik kısa yürüyüşlerle başlayacağız. Yürümek, ruhtaki kirlerden arınmanın en iyi yoludur. Mümkünse deniz kenarı yahut orman. Haftada iki veya üç gün. En az bir, en çok iki saat. Sadece kendinizi dinleyeceksiniz. Başka hiçbir şeyi değil. Haftaya görüşürüz.” “Peki.” diyorum ve kalkıyorum koltuğumdan. Odadan çıkarken kapıda sıradaki hastayla çarpışıyoruz. “Affedersiniz!” diyor, “Önemli değil!” diyorum.
Birazdan diniyor rüzgâr. Yorgunluktan mı yoksa daha esaslı bir hamle için mi bilmiyorum. Ama hafif gururlanmıyor da değilim galip gelmiş olmaktan. “Ee, biz de az kaçın kur’ası değiliz.” Bir nebze kendime geliyorum. Sis perdesi aralanmaya başlıyor yine. Tekrar aklıma düşüyor sabah aldığım karar. Adımlarımı tekrar sıklaştırıyorum. Müsait bir yer bulmaya çalışıyorum. Bir anda olup bitmeli her şey. Elime gözüme bulaştırırsam daha fena batacağım. Ama önümde uzanan lanet kordonda adam akıllı tek bir yer yok. Geri dönüyorum. “Öbür tarafta olacaktı.” Öbür tarafa dönmemle kalp atışlarım hızlanıyor. Soğuk bir ter kaplıyor vücudumu. Anlam veremiyorum buna. Doktorumun son seansta dedikleri geliyor aklıma. “Bilemeyiz,” diyor, “insan dediğin dipsiz bir kuyu. Bazen büyük bir iştahla elde etmek istediği şeyin aslında hiç de bir önemi olmadığını, hiç de onun istediği gibi olmadığını anlayıverir bir anda. Sonra bir bakmışsınız uçsuz bir boşlukta sallanıyor.”
“Evet bakalım, nasıl geçti ilk hafta?” diyor Fatma Hanım, dosyamı çekmecesinden çıkarıp aradığı sayfayı bulmaya çalışırken. “İyiydi ama pek bir değişiklik hissetmiyorum.” diyorum, sayfaları çeviren parmakları seyrederken. “Zamanla canım, yavaş yavaş. Bu bir süreç sonuçta, ferah tutacağız içimizi.” “Yalnız, ben içimi ferah tutamadığım için karşınızdayım.” diyorum. İlk doktor gibi alıngan değil. Özür diliyor, sabahtan beri baktığı bilmem kaçıncı hasta olduğumu söylüyor, kusurunu hoş görmemi istiyor. “Rica ederim,” diyorum, “insanlık hali, sonuçta bir film sahnesinde değiliz, her an saçma durumlarla karşı karşıya kalabiliyoruz.” Teşekkür ediyor anlayışım için. “O zaman,” diyor, “çok olağanüstü bir durum yoksa, bu yürüyüşlere devam edelim. Yalnız bir gün ormanda yürüdüysek bir gün deniz kenarında olmalıyız.”
İşte tam aradığım gibi bir yerdeyim. Rüzgâr esmeye, dipsiz deniz köpürmeye başlamış tekrar. Dipsiz deniz. Onca soyut dipsizlikten sonra ilk defa somut bir dipsizlikle karşılaşmak afallatıyor beni. Aklımın boyunduruğundan kurtulmak için çırpınan bedenim kaçırmıyor bu fırsatı ve bırakıveriyor kendini. Yığılıyorum olduğum yere. Sırt üstü uzanıp buz gibi betona; gri göğe dikiyorum gözlerimi. Az önceki dipsizlik yine karşımda. “Gökyüzünün de bir dibi yokmuş.” diyorum kendi kendime. Gülüyorum. Yılışık bir gülümseme. Kalk artık donacaksın, diyen beynime inat bedenim daha bir yayılıyor betona. Bahsedilen o tatlı uykunun beni sarmasını bekliyorum sabırsızlıkla. Kapatıyorum gözlerimi. Ebedi karanlığa bir ön hazırlık. Fakat sesler, onları duymamayı bir türlü beceremiyorum. Rüzgârın, dalgaların ve birbirini döven dişlerimin sesleri birbirine karışarak hücum ediyorlar kulaklarıma. Ziyanı yok diye düşünüyorum, nasılsa birazdan onlar da kesilir. Ölüme de galip gelecek değiller ya. Derken, başka sesler duyuyorum, gittikçe yaklaşan. Bir kadın sesi önce. “Aa, neden yatıyor orada o, başına bir şey mi geldi acaba?” Bir erkek sesi tamamlıyor onu. “Hem de bu havada, donmuş olmasın?” Kadının sesi bastırıyor. “Ne yapsak, polise mi haber versek önce? Bir baksınlar, şimdi biz yanlış bir şey yaparız.” Erkek sesi yine tamamlıyor onu, “Ambulans da gerekir belki.”
Ambulansta ağlıyorum. Hıçkıra hıçkıra. Saya söve. Kendime, beceriksizliğime, bir kerecik olsun bir şeyi elime gözüme bulaştırmamayı becermeyi bana çok gören kaderime. Ambulans görevlileri şaşkın. Bana müdahale etmekle etmemek arasında gidip geliyorlar. Eminim şimdi benim yerimde bir uzvu kopmuş yahut beyni dağılmış bir olsaydı daha rahat edeceklerdi. Ne yapacağını bilmenin rahatlığı ve o rahatlığın sağladığı sonsuz özgürlük alanı. Şimdi farkında olmadan, bütün hücreleriyle benim yerime öyle birinin olasını dilediklerine kalıbımı basarım. “Ama işte çocuklar, sizin de şansınıza ben çıktım. Kendim bir şey beceremediğim gibi, şimdi size de bir parça bulaştırmış oldum. Affedin beni.” diye sayıklıyorum. Kendi aralarında konuşuyorlar. Dediklerimden bir mana çıkarmaya çalışıyorlar büyük ihtimalle. Sonra, “Dokunmayalım, hastaneye vardık sayılır.” dediğini işitiyorum, erkek olanının. Son duyduğum şey oluyor bu. Az önce yerde kendimi o mutlak sona hazırlamış vaziyette yatarken gelmeyen arsız uyku, o kancık uyku, nihayet akıl ediyor bana da uğramayı.
Kendime geldiğimde Fatma hanımın karşısında buluyorum kendimi. “Neden?” diyor Fatma Hanım, “Henüz çok başındayız tedavinin, neden bu kadar erken pes etmeye karar verdiniz?” “Ben bir şeye karar vermedim.” diyorum, bir ayağımı yerden keserek. Bakışıyoruz bir müddet. İkimiz de ilk konuşan olmak istemiyoruz. Bunu, birbirimizin gözlerinden anlıyoruz. Canım sıkılıyor bu duruma. Benim durumum belli, ilk konuşan olmak istememem gayet doğal, ama o doktor. Onun ilk konuşan olmak istememesinin mantıklı bir açıklaması olamaz. Biraz sonra fark ediyorum bana oynadığı oyunu. Yalan söylediğimi anladığından, itiraf ettirmek istiyor bana. Biliyor zayıf noktamı. Gülüyorum sonra bu fikrime. Dalga geçiyorum için için kendimle. “Zayıf nokta mı, iyi de sen kendin kocaman bir zayıf noktasın.” diyorum. Sonra ilk konuşan ben oluyorum ama istediğini de vermiyorum ona. “Daha ne kadar susacağız? Vaktim yok da benim.” Yüzü değişiyor bir anda. “Ya işte böyle afallarsın. Kaç doktor eskitti bu bitik adam, sana pabuç bırakır mı sanıyorsun?” diyorum içimden. “Hayır, vaktiniz var, hem de benim istediğim kadar.” diyor gayet ciddi bir tonda. “Anlamadım!” oluyor cevabım. “Anlatayım.” diye karşılık veriyor. “Sizi bir süre misafir etmemiz gerekiyor, kendinize tekrar zarar vermenizden korkuyoruz. Burada müşahede altında tutulacaksınız bir süre.” Afallama sırası bende. “Buda ne demek şimdi? Siz, siz hangi hakla bunu… hayır, beni kimse… ben kimseye… hayır… siz kim oluyorsunuz…” Kendimi kaybetmek üzere olduğumu anlayıp telefona uzanıyor. Ahizeyi kaldırıyor. Ondan sonrası hayal meyal…
OSMAN TÜNÇ