I.


Belki de hayatta bin yılda bir tanık olduğum bu olguyu dipnot olarak tarihe geçmem gerekecek. En son tanrının oğlu olduğumu insanlara anlatmaya başladığımda yaşamıştım bu duyguyu. Olabildiğince yalnızdım ve bunu insanlara anlatmalıydım...


Sınırları olmayan evrende, tekdüze yaşamların can sıkıntılarından ibaret olduğunu düşündüğüm düzende, yaşamın ve insanların farkındalıklarını aradığımı fark edeli yıllar olmuştu. Nasıl başlamam gerektiği ve hangi tanrısal dili kullanmam gerektiği konusunda pek de bir fikrimin olmadığının da farkındaydım. Zamanla içine düştüğüm paradigmalar, beni bu konuda aydınlatmaya yetiyordu. Ve ben, tarihe tanıklık etmiş bir kentte, olabildiğince rutin bir hayat çerçevesine tıkılmış insan yığınlarının içinde bu çabayı sarf ediyordum. Aslında birçok noktada kendimi çıkmazlara sürüklediğimin farkındaydım. Doğru, bir şeyler yaşanıyordu ama ben, ''Bu yaşananların neresindeyim?'' sorusunu sürekli zihnimde çark eden farkındalık olgusuna sormadan edemiyordum.


Tanrı'nın yapmış olduğu rutin gün sisteminde olabildiğince bu düzene uymadan ve buna özen göstererek çabalara sürükleniyordum. Günler birbiri ardına dizilmiş, beni kendi düzenine çekmeye çalışıyorlardı ve bu gerçekten can sıkacak hale gelmişti. 


Bir gün -aslında bu, dündü- gündelik yaşamın saplantılarından kendini korumaya çalışan ve bunu olabildiğince tüm içten çabasıyla yapmaya çalışan bir yaratılanla konuşacağımı düşünemiyordum. Ve bütün yapmak istediklerini, düşündüklerini, insanların düşüncelerini ve bütün bunlara farkındalıklarını da katarak anlattığı zaman bana, gerçekten etkilendiğimi gizlemek zorunda hissettim. Aslında böyle bir şey yaptığıma da ilk defa tanıklık etmiştim. Bütün bunların bilincindeyken bu muazzam yaratılanın karşısında susup onu saatlerce dinlemek istedim ve bunun için elimden geldiği kadar çaba sarf ettim. Zamandan soyutlandığımı fark ettiğimde, düşündüklerimin bir kurgu olmadığı gerçeği bir kez daha gün yüzüne çıkıyor. Yıllardır yapmaya çalıştıklarım, düşündüklerim ve gördüklerimin bir insanda birikmiş olarak karşımda durması; benim, Tanrı tarafından kutsandığım gerçeğini hatırlatıyordu bana. Bu duyguya kapılmamak için hiç zorlamadım kendimi. Karşımda duran, insanüstücülük düşünceleriyle donanmış ve bu donanmanın kendisinde var olduğunun farkında olan bir insanın karşısında ne yapmam gerektiği konusunda pek de bir fikrim yoktu. Aslında bu varoluşu önceden sezerek konuşmak istemiştim onunla.


Bütün bu düşünceleri ve gizemliliği açığa çıkarmanın ucuz bir yolu olmalıydı. Bunun için tüm sınırsızlığını bilmeme rağmen sınırlı bir zaman dilimimin olduğunun farkındaydım. Bunun için keşfedilmemiş bir mekanın olması şarttı. Ve benim, tarihe tanıklık etmiş bu şehirde, çoğu insanın henüz keşfetmediği bir yere yelken açmış olmam gerekiyordu. Aslında böyle bir yeri keşfettiğim konusunda sağlam kanılarım vardı. Ve geriye kalan şeyin sadece karşımda duran muazzam yaratılmışı, bu kutsanmış mekanla buluşturmak olduğu fikri, bana gayet cazip gelmişti. Zaman kavramının zihnimde kendini çürütmesine sebep olan en büyük etken, sanırım buydu. 


Binlerce rivayetle dolu ve daha önce binlerce insan tarafından keşfedilmiş bir mekanda, karşımda duran muazzam yaratığın dilinden dökülen kelimelere odaklandığımda, iştahla önümde duran çayı yudumlayarak susmak istedim. Çünkü Tanrı'nın çok fonksiyonlu hali olan bu ''kadın''ın, karşımda daha önce hiçbir kadından duymadığım ve duymaya hasret kaldığım konularda beni şaşırtacak derecede konuştuğunu görmek, istemsizce fikirlere yöneltiyor beni. Zihnimin bir köşesine tıktığım, zaman zaman açıp yoklamak zorunda hissettiğim bu konuları konuşmak, beni heyecanlandırıyordu. 


Sonrasında, yaşamımda oldukça büyük yer kaplayan çay ile kutsanmış mekanda karşımda duran, muazzam kadınlık olgusuna eriştiğini düşündüğüm kadına bakarken buluyordum kendimi. Ortak olarak paylaştığımız zaman diliminde, Tanrı'nın ne kadar etkili olduğunu düşünmeden edememiştim. Ve tüm bunları yaşarken benim zamanı durdurma çabalarımı saklayamamam, trajikomik bir olaydı. Bunu gerçekten istediğimi belli etmek durumundaydım. Ne kadar çay içtiğimi, kaçıncı sigarada olduğumu, saatin kaç olduğunu, çevremizde kimlerin olduğunu hatta ve hatta nerede olduğumu bile unuttuğumu, daha doğrusu farkında olmadığımı hatırladığım an, işte o an, yaşamanın derin hazlarına eriştiğimi düşündüm...


Bütün bunları neden kurmaca bir metin olarak yazdığımı sorgulamanın haklılık payı olabilir ancak konuşulan ve etkileşiminde bulunduğum konuları düşündüğümde en uygun dilin bu olduğu kanısına vardım. Bir olağanüstücülük anlayışıyla yaklaşmaya çalıştığım bu kadın motifinin etkisinden sıyrılmak, mümkün değildi. Karşısında, Tanrı'nın bütün güzellik objeleri susmalıydı zannımca. Birlikte geçirdiğimiz bu ilk saatler içinde, dolunayın bizi çevreleyen yansımalarına tanıklık etmiştik birlikte. Israrla, bugünün kutsanmış bir gün olduğunu belirtiyordum. Israr ediyordum çünkü daha önce tanıklık etmediğim durumlarla karşılaşıyordum. Ve bunu, olabildiğince sükûnet içinde izlemeye çalışıyordum...


Üzerimde bir kendine gelememişlik havası varken bir yandan da bana baskın gelen tüm bu duygular içinde, yaşadığım anın analizini yapmaya çalışıyordum. Zihnimde çeşitli çıkmazlar zinciri kurulmaya başlamış; ben, aklın denizine uzunca bir süredir yelken açmıştım. Akrep ve yelkovanın olabildiğince tolerans sağladığı ve hayatın daraltılmış çerçevelerine inat tüm görkemiyle karşımızda duran dolunaya takılmıştı aklım. Bu, benim fikrim olmadığına göre Tanrı'nın aklından geçmiş olmalıydı! Hiçbir şarkının ritminde bulamadığım tınıyı, rüzgarın eşsiz ahenginde dalgalanan saçlarıyla karşımda duran kadında bulmuş, onun gözlerine odaklanmaya çalışıyordum. Ve bu; bana, olabileceğimden fazlasını sunuyordu. Bünyesinde, kendisinin farkında olmadığı, benimse görmezden gelemediğim bütün doğa şartlarını barındırdığını kanıtlama çabalarım, beni onurlu bir mücadelenin neferi yapıyordu. Aklından geçenlere odaklanma çabalarım ise bu durumun trajik bölümlerindendi.


Çaylar içildikçe içinde bulunduğumuz sonsuz boşluk, giderek içi suyla dolu bir dere yatağına dönüşüyordu. Heybemizde biriken meyveler gibi bilinç kokuyordu artık sonsuz olmayan boşluk. Birer meta haline gelen onlarca tabularımızın paramparça oluşuna tanıklık etmenin tatlı duygusuna kapıldığımı bile hissettim. Ancak dilimin telaffuzunu kaldıramadığı ve aklımın bertaraf olmasına sebep olan düşüncelerim, çığırından çıkmaya çalışıyordu. Oysaki tüm hayranlığımla dinlediğim kadının karşısında düşüncelerimi dizginlemeliydim, bunu yapmanın bir yolu olmalıydı. Yeryüzünde benzer olgulara rastlayabilme ihtimalimin düşük olduğu düşüncesiyle cebelleşirken bir yandan da kendimi, hiçlikten çokluğa doğru ilerleyen bir ilim insanı gibi görmeye başlamıştım.


Saat, her ne kadar farkında olamasak da ilerlemesini sürdürdüğünün, ertesi güne geçtiğinin sinyalini veriyordu artık. Kutsanmış mekandan kalkıp asıl serüvenlere tanıklık edeceğimiz bir yola giriyorduk. Çevremizdeki insanların farkına bile varmadan sokakta yürürken de bir beyin fırtınası gibi düşünceler içinde buluyordum bizi. Onun sesinin dışında kalan diğer bütün seslerin parazit etkisi yaptığını hissettiğimde, biraz daha yaklaşmak istedim. Kendimce otantik bir havanın verdiği rahatlıkla üzerine uzunca zamandır yoğunlaştığım konularda fikir alışverişi yapıyordum. Bu, benim kendime karşı var olan mücadelemin temellerini oluşturduğum anlamına geliyordu. Gece, onca insana rağmen sükûnetinde boğulmak istercesine insanları koşuşturuyordu. Herkesin bir yerlere yetişme çabası; beni, onlardan soyutlanmam gerektiği tezine biraz daha yaklaştırıyordu.

    

İçinde bulunduğum duyguları sana anlatmaya çalışmak çok zor. Susup kalmandan korkuyorum. Yan yana yürüdüğümüz yollarda; kendimi, baharın geldiği dağlarda, sadece gitmek zorunda olanların bildiği patika yollarda buluyorum kendimi. Sonra doğanın bütün kokularına takılıyor gözlerim... Susuyoruz... Gördüklerimin ne denli yaşanılabilir olabileceğini düşünmek istemeden, uzayan ömrümün sularına karışıyorum. Bunu senden gizlemeye çalışmalarımı, elime yüzüme bulaştırıyorum. Aslında bu, sıkça karşılaştığım bir durum değil, beni heyecanlandıran durumlar karşısında dilimin kenetlenip durgunlaşması ve yaşanan olaya odaklanmam, elimde olmadan yaptığım bir şey...


II.


Tüm bu psikolojik savaşlarımı verirken içimde var olan benliğimle, soluksuzca yaşadığım ve gördüğüm an itibarıyla kendimi sınırları dışına attığım bir dünyanın varlığıyla irkildim... Beni tedirgin eden bu durumumu ona hissettirmemem düşüncesi, bana cazip geldi. Yürüyorduk ve bütün uzaklar yakın oluyordu, bilmiyordu. Çay içiyorduk, gece intihara kalkışıyordu. Gözlerine bakıyordum, gözlerim kaldıramıyordu, susuyordum. Yazılmış onca şey vardı bu duyguları anlatan. Ancak içindeydim şu an, yaşıyordum. Bu beni, diğer insanlara karşı ayrıcalıklı yapıyordu. Henüz teşhisini koymadığım duygularla boğuşurken bir daha, yine ve yeniden fikir intiharları yaşıyordum. Bunu söyleyememenin verdiği tatlı bir burukluk vardı kendime karşı. Sorularına kifayetsiz kaldığımda, sığınacak kelimeler arıyordum. Bulamayınca da kendi deliliğimde boğuluyordum. Hiç sıkılmadan, merak ettiği şeyler üzerine sorular sormaya yoğunlaşmışken soğuyan çayından bir yudum daha alarak; gözlerinde, ona cevap vermem gerektiğinin çağrışımlarını görüyordum... Ona, veremeyeceğim cevapların sorularını sormaması için hissettirmeden sorular sormaya başlamıştım. Evet, düşüncelerini merak ediyordum gerçekten. Konuşması için elimden gelen her şeyi yapıyorken; gece, biteceğinin sinyallerini veriyordu. Onca ısrarlarım aklıma geldiğinde, bunun yapılması gereken bir şey olduğunu düşündüm. Gideceğimiz mesafede; istediğim, elimden geldiği kadar, onun gün yüzüne çıkmayan kelimelerle süslediği anlam dolu cümlelerinin karşımda somut bir şekilde canlanmasını sağlamaktı.


Buluşmanın ilk saatlerinde, insan üzerine manifestolar yapmaya başlamıştık. İnsan doğası hakkında çeşitli sorular üzerinden değerlendirmeler yapıyorduk. Beni en çok enterese eden, bunca zamandır düşündüğüm inanç kavramını -ki bu düşüncede olabilecek insanların olduğu aklıma gelmezdi- onun da sorgulamasıydı. Gerçekten de etkilenmiştim bu durumdan. Gittikçe keyifli bir hâl almaya başlayan bu diyaloglara kapılmamak elde değildi. İnsan, zihninde düşündüğü şeyleri paylaşmadıkça gerçekten rahatsız bir hâl alıyor. Bunu biliyor ve yaşıyordum çünkü doruklarca birikmiş soru ve sorgulamalarım vardı.

Bana, sorgulamalarına uzun süre önceden başladığını söylediğinde ise fark ettirmeden hayranlık duyuyordum. Hemen her sorum için verebileceği mantıklı cevapları vardı. Ve kendimce, onun da sorguladığı birtakım olgulara mantık esaslı cevaplar arıyordum. Etkilenmiştim ondan, bu da benim verebileceğim mantık esaslı soruları daraltıyordu. Kendimle bir iç savaş mücadelesi verir gibiydim. Bir yandan etkilendiğimi gizlemeye çalışırken bir yandan mantıklı cevaplar verebilmenin direnişini veriyordum. Bu da bana muhteşem bir haz duygusu katıyordu...


Çevresindeki insanların kendisini güneş olarak betimlediğini söylediğinde, bunun neden olduğunu anlayamamıştım ilk başta. Fakat sonradan fark ettiğim şey, gerçekten bir güneş gibi aydınlatabildiğiydi. Ve haklıydı onu güneşe benzetenler. Bu muhteşem sohbetin olabildiğince uzun yaşanması için tüm çırpınışlarımı döküyordum. Bunu, onun tüm ısrarlarına rağmen gece yarısını geçen saatte hâlâ onunla birlikte çay içerken anladım. Mutluydum çünkü çabalarım sonuç veriyordu. Ve karşımdaki tesadüf ateisti kadının, gecenin bir vaktinde gideceği yerde kimsenin kapıyı açmaması ve bununla birlikte tüm ısrarlarıma rağmen gecenin ikisine kadar birlikte olma isteğimi reddedip sonra da gecenin ikisini bile geçecek zaman dilimlerini paylaşacak olması, hem trajikomik hem de dramatik bir olaydı gerçekten.


Ve ona benden kurtulmasının kolay olmadığını söylediğimdeki yüz ifadem geldiğinde gözlerimin önüne, onun da bunu onaylar gibi olan bakışlarını fark etmemek işten değildi. Birlikte gittiğimiz ve çocukların olduğu ve de çocukların öldüğü hastanede ortak bir arkadaşımızın bizi karşıladıktan sonra tüm bu olayları merakla dinlemek istemesi, gözlerimin önünden gitmiyor.


Sonrasında bir çocuğun, henüz günah bile işlemeden hayata gözlerini yumması, benim için kabullenilebilecek bir durum değildi. Tüm duygusallığımla bu olayı düşündüğümde, yazarken bile ürperen yanlarımı bastıramıyorum. Oysa daha ölmeden dakikalar önce nefes alışına tanık olmuştum ben o bebeğin. Bir annesi vardı o ölen bebeğin, günler ve de aylarca kendi canında taşıyan; babası vardı, o doğduktan sonra tüm yapılacakları sırtlayacak olan, belki kardeşleri vardı... Bunları düşünmeye, aslında beni o itmişti. Çünkü bana bir bardağı örnek göstererek bardağın bütün oluşum evrelerine kadar düşündüğünü söyleyerek, aslında farkında olmadan beni bu duygulanmaya o itmişti. Sonrasında bütün gidenler için içtiğim sigaranın sayısını bile bilmiyorum. Gidenler için evet, gidenler ve de dönmeyecekler için. 


Çok açıktı duygulanmam ve bunu fark edip yanıma geldiğinde, yüzüme bakarken anlamıştım. Kendimden değil onun bakışlarından anlamıştım bunu. İstemsizce kendimi ittiğim bu yegane duygunun tesirinden kurtarmak için yapmalıydım bunu ve toparlanarak yanına gittiğimde, onu hâlâ yaşamaya çalışan bir bebeği beslerken gördüm... Bu durum karşısında yine hayranlığımı gizlemeden onu ve ellerinden mamasını içmeye çalışan bebeği izlemeye daldım. Yan tarafta cansız bedeniyle duran, günah bile işlemeden ölen çocuğu bile unutarak... Bir an; onu, bebeği beslediğinde izlerken içinde bulunduğum andan, mekandan ve de olgulardan ciddi anlamda uzaklaştığımı, onun benim gözlerime bakıp ''Ne oldu?'' der gibi üst üste kafasını sallarken bulduğumda anladım. İrkildim ve bir anda yaşam mücadelesini kaybeden bebeğe takıldı gözlerim. Umutla nefes almasını istemiştim o an. Israrla almadığını söyleyen arkadaşıma, farkında olmadan kızmıştım. Ama karşımdaydı o bebek, saf ve insanlara bulaşmayan bedeniyle ve de ruhuyla. Gerçi ruhu onu terk edeli dakikalar olmuştu ama bu, benim onu bir ölü olarak kabul etmeme yetmiyordu...


Dokundu o bebeğe... Karşımda nefes almasını istediğim ve aslında yaşama dair tüm fonksiyonlarını yitirmiş olan bebeğe, tüm cesaretiyle dokundu. Bu; benim, kendimi bir korkak gibi hissetmemi sağlamasa da içimde nedensellikleri sorgulayarak kabullenilmemiş bir ölümün burukluğuyla bakıyordum. Bunu gülerek yapması, aslında beni gerçek anlamda kızdırsa da bunun, bir doğa gerçeği olduğunu söylemesi, bir nebze de olsa rahatlatmıştı içimi. Uykulu ve yorgun gözleriyle o ortamın tüm nahoşluğuna rağmen karşımda durması, benim bütün yaşanmışlıkları unutmamı -en azından o anda- sağlıyordu. Arkadaşın yapmış olduğu kaçak çayın kokusuna sarılarak tüm sinerjiyi atmak istiyordum bedenimin dışına. Ve bunun için de ciddi çabalar harcamıştım. 


Uyumaya yeltendiğini fark ettiğimde, bunu engellemek için yaramaz çocuk figürünü yansıtıyordum ve bu yaptığım şeyi anlayıp gülümsemesi de bunu ispatlıyordu zaten. Aslında uykusunun gelip uyumak istemediğini ve konuşmanın daha güzel bir fikir olduğunu söylediğinde, benim olağandışı hayranlık yanım kabarıyordu. Bütün bunlara yoğunlaşmışken onu uyurken görmek ve sessizce düşünmeden izlemek. Aslında kendimden bile sakladığım birçok şeyin; zihnimde, bana karşı akıl almaz oyunlara sebep olduğunun farkındaydım ama nedense bunu engellemek için de bir çaba harcamıyordum. Sabaha kadar uyumadan sadece müzikle ruhumu beslemeye çalışırken o ise uyuyordu. En son dördüncü defa onun uyuduğu yere gidip uyandırmadan kapıdan baktığımda, bu derece düşüncenin birikmiş olduğu kadının sanki bunları düşünmeyen biriymiş gibi tüm masumiyetiyle uyuyarak dünyadan soyutlanmasına tanıklık etmiştim. Sabahın ilk ışıkları pencere kenarından yansıdığında ise ben hâlâ çay içiyordum. Tüm gidenlere ve dönmeyeceklerin şerefine. Sustum, uzunca bir süre kendi benliğime dayatılmış soruların eşiğinde buldum kendimi. 

Ve seni buldum.