Kendimi yaz günü yağmış yağmurun içerisindeki küçük bir yağmur damlası gibi hissediyorum. Asfaltın ortasında oluşan çukurun içerisinde diğer arkadaşlarımla küçük bir göl oluşturmuşuz. Hangi bulutun gözyaşı olarak yere indiğimi de hatırlamıyorum. Çukurun kenarında bir yere saklandım. Arabaların tekerleri çukurdan geçtikçe bazı arkadaşlarım da zıplayarak dağılıyorlar. Ben ise ne yapacağıma henüz karar veremediğim için kenarda durmayı tercih ediyordum. Buradan toprağa karışarak yok olmak, küçük göl içerisinde kurumak veya arkadaşlarım gibi asfaltta buhar olarak tekrar gökyüzüne çıkmak gibi seçenekler arasında tıkanıp kalmıştım. Her yolu da denemek istiyordum ama tek bir yoldan gitmem gerekiyordu. Kararsızlığımla boğuşurken bu durumu çözmek için aynı yolları aşmış birisinin olduğunu öğrendim. Bu durumu çözebilmek için hiç tanımadığım ama bu yolları aştığını duyduğum kişiyle görüşmek için gittim. Tek amacım, biraz akıl aldıktan sonra kendi yolumu kendim çizebilmekti.


Kapıdan içeriye doğru ilk adımımı attığımda “Hoş geldiniz.” cümlesinin çıktığı yerden yedi renk, odayı renklendirmişti. Karşımdaki insanın gülümsemesi, adeta bir gökkuşağı gibiydi. İlk defa bir odanın içerisinde gökkuşağı görmenin ve gökkuşağının yedi renkten oluştuğunu görmenin verdiği şaşkınlıkla yavaşça gökkuşağına doğru yaklaşacaktım. Odanın içerisine adım atana kadar dünyanın siyah ve beyaz renkten oluştuğunu düşünüyordum. Renk körü de değildim. Renkleri ayırt etsem de hiçbir renk bana güzel gelmiyordu. Dünyayı siyah ve beyaz veya iyi ve kötü şeklinde tanımlıyordum. Dünyanın güzelliğini ilk defa görüyordum.

Göğe bakmaktan usanmış birisi olarak göğe ulaşacak yol görünmüştü. Kaybolmasından korktuğum için yavaşça ilerledim. Ayakkabılarımın parkeyle teması sonucunda çıkan seslerin gökkuşağının kaybolmasına sebep olacağı korkusuyla parkeleri bile incitmeden adım atıyordum. Yakınına geldiğimde durmuştum. Çünkü ne zaman bir gökkuşağının peşinden gitsem gittikçe uzaklaşıyordu. Bu kez tam tersi olmuştu. Uzaklaşmıyordu ama ben kaybolmasından korktuğum için bir yerden sonra durmuştum. Elimi uzatsam dokunacaktım ama korkunun yanına bir de heyecan eklenmişti ki kalbimin atışının sesi duyulacak gibiydi. Yağmurun nereden yağdığını ve perdeleri kapanmış odanın içerisine güneşin nereden geldiğini merak ederek etrafı inceliyordum ama bulamıyordum. Bu sırada da “Hoş buldum.” demiştim. Bu cümleyi gerçek anlamda ilk defa kullanıyordum. Hoşu bu odada bulacağım aklımın ucundan bile geçmezdi. Benden başka şimdiye kadar gerçekten hoşu bulan olmuş mudur diye düşünürken hâl hatır muhabbeti de geçmişti. “İyiyim.” derken ruhumun ilk defa bu kelimeyi kullandığım için razı olduğunu hissettim. Midem bile bundan razı olacaktı ki ağrısı geçmişti. Odaya girmeden önceki stresim de geçmişti.

Stresimin de geçmesiyle birlikte gelen öz güvenle göz teması kurmak için parkelerden gözümü ayırdığımda adeta güneşi görmüştüm. Gözlerimi gözlerinin içinde görebileceğim kadar büyük gözleri vardı. Gözünü kırptığı her an dünya duruyordu sanki. Kirpiklerinin birbirine her değmesinde yeni bir savaş başlıyor gibiydi. Kirpikleri birbirinden ayrıldığındaysa yeni bir çağ başlıyor gibiydi. Cilalı Taş Devri’ni çoktan kapatmıştık hatta İstanbul’un Fethi de gerçekleşmişti. Tarihi bile şekillendiren bu gözlerin güneş olduğuna inanmıştım ama yine de hâlâ yağmur damlalarını bulmakta güçlük çekiyordum. Gökkuşağının oluşması için yağmur damlaları veya sis şarttı. Sis olmadığı çok net olduğu için yağmur damlalarını bulmam gerekiyordu.

Gelecek konusunda kararlarımı vermiş gibi hissediyordum. O an görüşme benim için amacından çıkmıştı. Ben gökkuşağını ve renklerini merak ediyordum. Bunu çözersem de gelecek konusunu da çözerim diye düşünüyordum. Onu tanımak için bu görüşmeyi nasıl uzatırım diye çayımı bile damla damla yudumluyordum. Her çay damlası mideme iniyordu ama göl, kalbimde oluşuyordu. Hiç farkında değilken bir anda konunun kendinden bahsetmesine geldiğini anladım. Konunun buralara kadar gelmesini istesem de ne ara ve nasıl geldiği hakkında hiçbir fikrim yoktu. Dikkatle dinlemek istediğimden dolayı bu konu, gözlerimin gözlerine odaklanmasını sağlamıştı. Kapalı perdelerden güneş içeriye girmiyordu ama gözlerindeki parlaklık oldukça fazlaydı. Parlaklığa rağmen gözlerinin içerisinde kendimi görebiliyordum. Bu yüzden gözlerini her kırpmasında koca bir zaman geçiyor gibi kaybedilen zamana üzülüyordum. Aynaya bile bu kadar uzun süre bakmak istememiştim. Gözlerindeki ışık belki gözümü alacak gibiydi ama bunun için değeceğini düşünerek gözlerinde kalmaya devam ettim.

En güzel şarkıyı dinliyor gibiydim. Hiç bıkmadan da dinleyebilirdim. Sesindeki ahenk kulağımdan girerek ruhumu da okşuyordu. Sakinleşiyordum, zaman geçtikçe. Söze çok fazla da girmek istemiyordum. Kendi sesimi duymaktansa karşımdaki sesi dinlemeyi tercih ediyordum. Kulağımdan giren sözcükler, ilk defa vücudumda yayılıyordu. Diğer kulağımdan çıkmak isteyen sözcükler olsa da buna kulaklarım bile izin vermiyordu.

Yaşadığı tatsız şeyler, yaşamış olduğum tatsız şeylerle çok benzerdi. Bazen beni önceden tanıdığını ve hayatımı anlattığını bile düşündüm. Ölmüş ve melekler tarafından yaptıklarım anlatılıyor gibiydi ama kalbimin sesi de duyuluyordu. Söylediği çoğu şeye “Aynısını yaşadım, ben de, bende de olmuştu.” gibi cevaplar veriyordum. İlk defa bir insanın yaşadığı olumsuzlukları cankulağıyla dinliyordum çünkü o olumsuzlukları çok iyi şekilde anlayabiliyordum. İnsanlara göre şanslı büyüdüğü iddia edilse de hiç şanslı olmadığını söylüyordu. Hayatı boyunca yapmak istedikleri ve karşısına çıkan engelleri anlattı. Ne kadar engel varsa, o kadar da engelleri aşacak fırsatlar bulabilmiş. Yine de engelleri birilerinin yardımıyla değil de kendi başına aşmayı başarabilmiş. Her insan gibi o da hayatında yaşadığı bazı şeyleri acı olarak nitelendirmiş. Yaşadığı acılarını yanına alarak kendi ayakları üzerinde kilometrelerce yol ilerlemiş. Ayrıca akıllı bir şekilde bir zaman sonra gereksiz gördüğü acılarını, yolda gördüğü çöp kovalarına atmış. Bazı acılarını ise özellikle saklamış ki onlardan ders alsın. Yanında taşısa da taşımasa da her acı, birer iz bırakmış. Diğer insanlara göre çok iyi bir hayat yaşadığı düşünülse de aslında mutluluk ve huzur hep uzakta kalmış. Bu yüzden kilometreler ayağının altında ezilmiş. Şimdi ise mutluluk ve huzurun üzerine yalnız başına basarak dimdik duruyordu, karşımda.

Bunları dinledikten sonra güneşin arkasında yağan yağmuru fark etmiştim. İçine içine akan gözyaşları olduğunu anladım. Dışarıya döktüğü gözyaşları kuruyup gideceği için içine doğru ağlamış. Ruhunu gözyaşlarıyla beslemiş. Böylelikle gökkuşağının sebebini de anlamıştım. Ben de diğer insanlar gibi dışarıdan onu rengârenk görsem de o, dünyayı uzun bir süre boyunca siyah beyaz görmüş. Kendi dünyasını da kendisi renklendirmiş. Benim dünyama da renk katmıştı. Dünyanın siyah ve beyazdan ibaret olmadığını fark etmiştim. İlk defa gökkuşağına ve göğe bu kadar yakın olmuştum.


Kendimi yaz günü yağmış yağmurun içerisindeki küçük bir yağmur damlası gibi hissediyorum. Asfaltın ortasında oluşan çukurun içerisinde diğer arkadaşlarımla küçük bir göl oluşturmuşuz. Hangi bulutun gözyaşı olarak yere indiğimi de hatırlamıyorum. Çukurun kenarında bir yere saklandım. Arabaların tekerleri çukurdan geçtikçe bazı arkadaşlarım da zıplayarak dağılıyorlar. Ben ise ne yapacağıma henüz karar veremediğim için kenarda durmayı tercih ediyordum. Görüşme bittikten sonra çukurun içerisine büyük bir kamyon tekeri girmiş gibi oldu. Ben de diğer arkadaşlarım gibi asfaltın arasında yalnız başıma kaldım. Güneşin etkisiyle ısınan asfaltta buhar olmaya başladım. Bulutlara doğru gidiyorum. Bir kez daha dönmeyi düşünmeden gidiyorum.

Yavaş ve isteksiz adımlarla odadan çıkarken “Görüşürüz.” dedim. Görüşmemiz lazımdı, bana göre. Ben, göğe çıkmak ve gözlerinin arkasındaki yağmuru dindirerek gökten yere birlikte bakmak istiyordum.