Gökyüzü kırmızı, bulutlar mor ve ağaçlar bu serin sonbahar gününde mavi yapraklar döküyordu. Onun dışarıya baktığında gördüğü buydu. O an canı bunu istiyordu ve o yüzden böyle görmeye karar vermişti. 

“Ama ne gökyüzü kırmızı, ne bulutlar mor, ne de ağaçlar mavi yapraklar döküyor. Ayrıca bugün hava sıcak.” diye sessizce mırıldandı masadaki bitki. Sertçe bitkiye dikti gözlerini ve elini uzatarak büyük yapraklarından birini kopardı. Bitki bir küfür savururken o da elindeki yaprağı koltuğa fırlattı. Bitki bağırdı. “Hissetmemi sağladığın için teşekkürler ahmak! Bu konuda senden daha becerikliyim!”

    

Hisler… Ne yapması gerekirdi ki bunlarla? Masasındaki sinir bozucu bitki bile bunlara sahipti ama o kullanmasını bilmiyordu. Belki de sadece kullanmayı tercih etmiyorum, diye düşündü. 

     

Siyah bir kurşun kalem masanın üstünden yere yuvarlandı. Bitki, yapraklarını sallamasıyla oluşan rüzgar yüzünden düşmesine sebep olmuş olmalıydı. Eğilerek masanın altına baktı. Güneşte parlayan toz taneleri dans ediyorlardı. Bu vals mıydı? Hayır, vals iki kişiyle yapılırdı. Eski bir İngiliz dansı yapıyor olmalılardı. Baloda yapılan ve herkesin birbirinin etrafında döndüğü şu yorucu danslar. Toz tanelerini rahatsız etmeden elini uzattı ve kalemi aldı. Ayağa kalktı ve sandalyesine oturdu. Önünde duran boş kağıda baktı. Kalemin üstünde kalan bir toz tanesi alaycı bir şekilde gülerek “Zamanın doluyor ama sen boş boş oturmaktan başka bir şey yapmıyorsun!” dedi. Bitki de toz tanesinin alaycılığına katılarak söylendi. “Aklı kelimelerle oynayamayacak kadar meşgul, anlamıyor musun?”

      

Kalemi bıraktı ve tekrar dışarıya baktı. Bulutlar mordan pembeye dönmüştü, anlaşılan güneş yakında kendini gösterirdi. Serin hava düşüncesini yok etmek zorundaydı. Hava bugün serin olamazdı sonuçta. Ya da olabilir miydi? Hislerini değiştirebilirdi yine bunu kullanabilirdi. Ama bundan vazgeçti. Başka önemli işleri vardı. 


Ayağa kalkıp vestiyere gitti ve ceketini alıp üzerine geçirdi. Zavallı ceketi, sürekli onu korumak zorundaydı. Soğuk ona ulaşamıyordu onun sayesinde. Ceketine hızlıca bir teşekkür edip ayakkabılarını giydi ve kendini dışarıya attı. Kapıyı üç kez kilitlemeyi unutmadı çünkü son unuttuğu zaman duvardaki delikte saklanan ve iki ayağının üstüne yürüyen, smokinli ve bastonlu şu garip fare evine girmişti. Salonunun ortasında duran fare kibarca bastonundan destek alarak eğilmiş ve “Kabalığımı mazur görün, kilidi olmayan bir kapı görünce dayanamam.” demişti. 

      

Sokağa çıktı ve yürümeye başladı. Bugün kendini mutlu hissediyordu -tabii bitkinin patavatsız söylemlerini saymazsak- ve kendi kendine sürekli güleceğine dair söz verdi. Yürümeye devam ederken düşündü, ne için çıkmıştı dışarıya? Evet, gazeteye gidecekti. Biraz ek süre isteyecekti. Bahane olarak da aptal bitkisinin onu rahatsız edip durduğunu, bu yüzden odaklanamadığını söyleyecekti. Ama bunu söylerse neden bitkiyi atmadığını sorabilirlerdi. Buna yanıt veremezdi çünkü o da bilmiyordu. Başka bir şey düşünmeye karar verdi. Neyse, orada bulurdu bir şeyler. Yürümeye devam etti. Tam diğer sokağa dönecekti ki sokağın başındaki evin duvarından sarkan yeşil, uzun sarmaşıkları fark etti. Durdu, sessiz olursa yavaşça buradan sıyrılabilirdi. Orada onu bekledikleri kesindi. Diğer insanlar yanlarından geçiyorlardı ama sarmaşıklar sadece duruyordu. Evet, kesinlikle onu bekliyorlardı. “Beni yakalayıp artık yazamayacağım bir yere götürecekler.” diye düşündü. Geri geri yürüyerek ilerlemeye başladı. Ama o an bir şey oldu ve sarmaşıklardan biri ona doğru gelmeye başladı. Onu fark etmişlerdi işte. Arkasına döndü ve ne kadar hızlı olabilirse o kadar hızlı şekilde koşmaya başladı. Arkasına bakmadı, çarptığı insanları umursamadı. Buradan olabildiğince hızlı bir şekilde uzaklaşmalıydı. Dört sokağı geçmişti bile. Tenha bir sokağa daldı, buraya girdiğini tahmin etmeleri daha zor olurdu. Muhtemelen yakalanmamak için kalabalık bir yerden gideceğini düşüneceklerdi. Merakına yenik düşüp arkasına baktı ve o anda yere kapaklandı. Bir küfür savurdu ve elleriyle yerden destek alarak doğruldu. Yere düşen iki kırmızı damlayı gördüğünde elini burnuna götürdü. Burnu kanıyordu ama en azından sarmaşıklar artık peşinde değillerdi. Bir süre daha oturmaya devam etti. Burnu kanamaya devam ediyordu. Yanıma peçete almalıydım, diye düşündü. Gömleği kan olmuştu, bu halde gazete binasına gidemezdi. Ayağa kalkmaya karar verdi, eve gidip üstünü değiştirmeliydi. Yine yerden destek alarak kalktı ve bir adım attı, sonra durdu. Olduğu yere çakıldı çünkü gözleri tenha sokağın başında duran kadının parlayan, yeşil gözleriyle buluşmuştu. Kadın onu görünce gülümsedi ve yavaşça ona doğru yürümeye başladı. 

   

Kırmızı elbisesinin üstüne siyah bir hırka geçirmişti. Ayağındaki kalın botlarla bile bir kuğu gibi zarif bir şekilde yürümeyi başarabiliyordu. Bu şekilde üşümüyor mu, diye düşündü. Ama en sevdiği elbiseyi giymişti, bu yüzden çok sorgulamadı. Kadın tam önünde durduğunda siyah, uzun saçlarından bir tutam gözünün önüne düştü. Hala kocaman gülümsüyordu. Elini uzattı ve saç tutamını kadının gözünün önünden çekerek kulağının arkasına kıstırdı. Gözlerini görmek istiyordu. Bu yeşil gözler, dünyada izlemeyi en çok sevdiği şeylerdi. 

   

“Zümrüt.” diye fısıldadı. Daha doğrusu sesi çıkmadı. Onun karşısında küçük bir çocuk gibi kalıyordu. Heyecandan eli ayağına dolaşıyordu. İstisnasız her karşılaşışlarında, önündeki bir çift göz beynini delip geçiyordu ve zihnini yok ediyordu. 

   

“Bana böyle ilk seslendiğin zamanı hatırlıyor musun?” diye sordu kadın. “Niye ismimle seslenmediğini sormuştum. Sen de bana yazarların benzetmeleri sevdiğini söylemiştin.”

    

“Hatırlıyorum.” dedi. Onunla geçen hiçbir anı unutamazdı. Bu yeşil gözler aklına kazınmıştı ve asla çıkmıyorlardı. Çıkarmak için uğraşmak da istemiyordu zaten. 

“Zümrüt!” dedi tekrar. Bu sefer sesi daha güçlü çıkmıştı. Kadın gülümsedi. Yüzünü onun yüzüne yaklaştırdı ve gülerek “Yanlış benzetme, gözlerim o kadar parlak değiller.” dedi. O da gülümseyerek karşılık verdi. “Yaydıkları ışığı sadece ben görebiliyorum.” Kadın elini kaldırdı ve onun yüzüne koydu. Uzun, ince parmakları suratında hissettiği an gözlerini kapadı. İçinden dua etmeye başladı. “Lütfen, bu an bitmesin. Hissetmek istediğim şey bu.”

     

Gözlerini açtı, kadın gitmişti. Hızlıca etrafına göz gezdirdi. Nasıl bu kadar hızlı gidebilmişti? Bir anda bedenini korkunç bir telaş kapladı. Sarmaşıklar onun gözleri kapalıyken gelip kadını götürmüş olabilir miydi? Bu ihtimali göz ardı edemezdi. Hızlıca yürümeye başladı. Ayakları onu gitmek istediği yere kendi benlikleri varmış gibi sürüklüyorlardı çünkü aynı yolu sayamayacağı kadar çok kez gidip gelmişti. İnsanlar ona bakıyorlardı, muhtemelen şu an kanlı gömleği ve telaşlı yürüyüşüyle bir katili andırıyordu ama umurunda değildi. İyi olduğundan emin olmalıydı. 

     

Başında sarı bir tabela olan sokağı gördüğünde adımlarını hızlandırdı. Sokağa girdi ve mavi renklerle bezenmiş olan eski balık restoranına doğru ilerlemeye başladı. Restoranın önünde durdu ve kafasını uzatarak içeriye baktı. Oradaydı. Üzerinde kırmızı elbisesi yerine siyah bir pantolon ve gri, boğazlı bir kazak vardı. Önündeki deftere bir şeyler yazıyordu. 

      

İçeriye girdi ve ona doğru ilerledi. Kadın kafasını kaldırdığında gözleri yine buluştu ancak bu sefer yeşil gözler korku dolu bakıyorlardı. Elindeki kalemi bıraktı ve ona doğru geldi. Yüzü oldukça telaşlı duruyordu.

-Ne oldu sana? Kaza falan mı geçirdin?

Gülümsedi ve kadının ellerini tuttu.

-Beni boş ver. Sen iyisin. Sarmaşıklar seni çok rahatsız etti mi?

Kadın hızlıca ellerini çekti ve “Ne sarmaşığı?” diye sordu. Gülümsedi, demek ki onu sarmaşıklar götürmemişti. Elbisesini neden çıkarmıştı?

“Zümrüt…” diye mırıldandı. 

“Bana öyle seslenme.” dedi kadın.

Restorandaki birkaç müşteri onları izlemeye başlamıştı. Kadın bunu fark edince onu kolundan tuttu ve dışarıya sürükledi. Kapının önünde durdular. Kadın oldukça endişeli görünüyordu. 

-Sana söylediğim doktorla görüştün mü?

-Evet, ama ona ihtiyacım yok. İhtiyacım olan sensin.

Kadın hüzün dolu bir şekilde ona baktığında gülümsedi.

-Neden üzgünsün? Bulutlar pembeye döndü, bu güzel havaya işaret. Parkta yürümeye ne dersin?

-Ne pembesi?

-Herkes beyaz diyor, sıkıldım bundan.

-Doktor sana neler söyledi?

-Niye bunu konuşuyoruz şimdi?

Kadın ona baktı ve kaşlarını çattı, içeriye doğru ilerledi. Bir an bocaladı ve ardından seslendi

-Nereye gidiyorsun?

-Doktora kendim soracağım. Senden hayır yok.

  

İçinden bir küfür savurup birkaç adım geriledi. Onunla bunları konuşmak istemiyordu, buraya bunun için gelmemişti. Aniden buradan gitmesi gerektiğini hissetti. Kadın telefonda biriyle konuşuyordu. Sessizce restoranın önünden ayrıldı ve sokaktan çıktı. Hızlıca evine yürüdü. Üç kere anahtarı çevirdi ve içeriye girdi. Ceketini çıkartıp yere fırlattı ve salona yöneldi. İçeriye girdiğinde smokinli fareyi koltukta otururken görmesiyle beraber durdu. Fare elini kaldırıp selam verdi ve oldukça düzgün bir diksiyonla “Kusura bakma sevgili dostum. Biraz çay almak için uğramıştım ama kısa bacaklarım buna izin vermedi. Ben de seni bekleyeyim dedim.” dedi. 

-İçeriye nasıl girdin?

-Ah, sen burada olmamı istediğin için kolayca girdim.

-Neden burada olmanı isteyeyim?

-Çünkü konuşmak istiyorsun.

Şaşkın bir şekilde fareye baktı. Fare bastonundan destek alarak koltukta ayağa kalktı ve konuşmaya devam etti.

-Konuşacak birilerine ihtiyacın vardı. Senin hislerin sayesinde kilit beni durduramadı.

-Konuşmak istemiyorum.

-Tabii ki istiyorsun! Aksi halde burada olmazdım.

Sinirli bir şekilde fareye baktı. Fare garip bir ses çıkardı ve “Sevgili Zümrüt ile nasıl geçti?” dedi.

-Seni ilgilendirmez.

-Bitki dostun bana biraz ondan bahsetti. Sohbeti de yaprakları kadar güzel ve canlı bu arada. Siz ikinizin harika olduğunu söyledi.

-Harikaydık.

Fare kıkırdadı.

-Ah, bir ayrılık demek.

    

Fareyi tutup evden atmak için ilerlemişti ancak duyduğu sesle durdu. Biri kapıyı çalıyordu. Fareye sinirli bir bakış atıp kapıya yöneldi. Tutup kendine doğru çekti ve aklını başından alan yeşil gözlerle karşılaştı. Bir süre onu burada görmenin yarattığı şokla hareketsiz kaldı. Ne yapacağını bilemiyordu. Ne demeliydi? Yeni gelen birine hoş geldin mi denirdi? Kafasını biraz yana çevirdiğinde iki adam gördü. İkisi de aynı beyaz kıyafeti giyiyorlardı. Tekrar bakışlarını kadına çevirdi. Kadın konuştu.

-Biraz konuşalım mı? İçeriye girmeme izin verir misin?

Kafasını aşağı yukarı sallamasıyla beraber kadın içeriye girdi. İki adam kapıda kalmıştı. Koltuğa oturduklarında farenin gittiğini fark etti. Muhtemelen açık kapıdan kaçmıştı.

    

Kadın hüzünlü bir şekilde ona baktı.

-Doktorla konuştum.

-Ee?

-Neden onu tekrar görmeye gitmedin?

-Bana iyi gelebilecek tek kişi sensin.

Kadın kafasını sağa sola salladı .

-Hayır, sadece sen böyle düşünüyorsun.

-O zaman neden en kötü hissettiğim zamanlarda yanıma geliyorsun? Sen ne zaman yanıma gelsen kendimi iyi hissediyorum. Bunun farkında değil misin?

-O ben değilim.

Gözlerini kadına dikti. Kadın da ona baktı. Bir süre konuşmadılar. Ardından kadın sessizliği bozdu.

-Beni görmenin sebebi aşk değil, şizofreni.

Kafasını sağa sola salladı. Doktordan duyduğu saçmalıkları bir de Zümrüt’ten dinlemek istemiyordu. Yanında iyi hissettiği tek insandan böyle şeyler duymak istemiyordu.

-Dışarıdaki adamlar seni almaya geldiler. Seni iyileştirmek istiyoruz.

-Ben iyiyim.

-Seni her gün görmeye geleceğim.

-Beni her gün görmeye mi geleceksin?

-Evet.

-Her gün?

-Her gün.

Kadının gözlerine baktı. Ellerini tuttu. Bu sefer elleri ayrılmadı. Kadın ayağa kalktığında o da kalktı. 

-Eşyalarını ben getireceğim. Yerlerini biliyorum.

-Defterlerim lazım. Bir gazeteye yazı yetiştirmem lazım.


Kadın hüzünle ona baktı. Ardından ellerini bıraktı ve kapının önündeki adamlara seslendi. Adamlar içeriye girdiler ve oldukça kibar bir şekilde onlarla gelmesini söylediler. Aşağıya indiler ve büyük, beyaz bir arabaya bindiler. Arka koltukta otururken camdan baktı ve onu gördü. Gözyaşlarıyla ıslanmış yeşil gözlerine son kez baktı. Çünkü bunun onları son kez gördüğü an olduğunun farkındaydı. Yanında oturan fare kıkırdadı.

-Endişelenme, bir dahaki sefere bulutları yeşil hayal edebilirsin.