Gözüm kapanmak üzere, günün yorgunluğunu gerçekten hissediyorum. Küçücük ama büyük pencereleri olan sınıfta sekiz saatlik maratonun yorgunluğu. Bindiğim durağın ilk duraklardan olmasının şansıyla bir süre bekleyip her zaman girdiğim kapıdan girip bana bakan taraftan en köşedeki yerime oturdum. Kitabımı açtım ve uyumamak için didinmeye başladım.

    

 Kitaba başlamadan önce yorgunluğu ilk sayfalarda yeniden hissedip bugünkü yolculuğu şarkı dinleyerek geçirmeye karar verdim. Ama en azından yaşlıların yer ver anlamına gelen kötü bakışlarına maruz kalmamak için birkaç sayfa okumam gerekiyordu ki etrafım iki durak sonra -sanayiye yakın olan durakta- dolup taşmıştı bile. Her durakta başımı kaldırma hastalığımdan -kitaba dalmışsam olmuyor- dolayı diğer durakta gelen insanlara baktım. Bir, iki yetişkin yani tahminen mesaileri bitmiş işçiler dışında bu durakta insan olmazdı fakat bugün farklı biri vardı.


Hafif bir müzik açık olsa da bu sesi duymamak imkansızdı. Sol kulaklığımı çıkarmadan önce bir süre izledim onu. Önce yüzü ilgimi çekti çünkü ağlıyordu. Hem de bu ani bir kriz ağlamasına benziyordu. Bir süredir yaşadığı her şeyi biriktirmiş fakat hiç istemediği bir anda dökülmeye hatta fışkırmaya başlamıştı. Ani bir hareketle biraz koşar gibi oturduğum köşedeki yerimin kenarına -genelde insanlar oraya sırtını yaslar oturmak için çok küçük bir alan- oturdu, çantasını kavrayıp kucağına koydu ve ağlamaya devam etti. Sarıya yakın saçları, koyu turuncu bir kabanı ve mavi gözleri vardı. Aslında mavi denir mi bilmiyorum, ilk gördüğüm an mavi gibiydi ama bulutu da andırıyordu. Hemen etrafıma bakındım, karşımdaki insanların

-geneli yaşlı- dikkatini çektiği belliydi. Ona bir şey söylemek, sormak istiyordum fakat karşımda sağ çaprazda oturan kilolu, az saçlı ve çocuklarına yıllarca bir sevgi göstermemiş, bir kere sıcacık sarılmamış daha ilk çocuğu ilk ağlamalarını haykırırken kundakta ilk kez sesi çağlarken evrende “Dur kadın, alışsın kendi başına susmayı öğrenecek!” diye bağıran ve bana da nedenini anlamasam da aksi aksi bakan amcanın bakışlarından cesaretim kırılıyordu. Ayaktakilere yer vermediğimden mi diye düşünüyordum ama bunu düşünerek vakit kaybetmek istemiyordum. İki kez başımı çevirip hafifçe baksam da çekinmemesi için tam olarak dönemiyordum. Yine de hâlâ ağlamaya devam ettiğini o küçük açıdan ve sesinden anlayabiliyorum. Çünkü artık şarkıyı tamamen kapatmış pürdikkat anı dinliyordum.


Son kez amcaya baktıktan sonra derin bir nefes almaya çalışıp heyecandan küçük bir nefes alıp hafifçe eğildim.

— Yorgunsan oturabilirsin.

 

Yorgunluğumu hâlâ derinde, daha çok bacaklarımda hissediyor olsam da bu hareketle hem vicdanımı hem de merakımı susturabilirdim. Yine tam olarak göremedim onu.

— Yok, teşekkür ederim.

 Cevabından sonra başımı yavaşça sallayıp çekildim. Etrafa şöyle bir kere daha bakındım. Bu kısık sesli kısa konuşmayı herkes pürdikkat dinlemiş gibi hissettim fakat ilgileri azalmıştı. Temposunu değiştirip yavaşça akmaya başlayan damlaların bunda etkisi olmalı. Yine de yaşlı amca gözlerini hâlâ bana dikmiş ve sohbetten rahatsız bir tavır takınmıştı ki uzun süreli dik bakışımdan sonra yüzünün yönünü başka birine çevirdi.

Ben ise düşünmeye başladım. Acaba sevgilisinden mi ayrıldı? Sevgilisi var mı ki? Belki okulda kötü bir gün yaşadı. O durağa yakın hangi okullar vardı ki? Sakın ailesinden birine bir şey olmasın. Ama lütfen ağlamasın artık.

Daha önce anlatmadığımı düşünüyorum, ben bir kadının gözyaşlarından korkarım. O yüzden yanımda bir kadın ağlarsa oradan uçup gitmek isterim ya da o anda eriyip kaybolmak. Hem beynimdeki sesler hem de ağlama sesleri kesildi. Ben konuşmak ve konuşmamak arasında giderken durağın çok yaklaştığını fark ettim. Aktarma yapabilmek için koridorlarca yürümem gerekiyordu metroda. İçimden belki de aynı durakta inersek konuşabilirim diye düşündüm. Yine gelgitlerde kaldım ve küçük bir açıyla ona baktım. Zaten elimde kapanmış olan kitabımı çantama koydum ve hemen yanımdaki kapıya birkaç adım uzakta beklemeye başladım. O ise hızlıca ellerini koltuğun demirlerine koydu ve kendini yerden çekti. Önüme geçti ve beklemeye başladı.

Kapının açılma sesiyle birlikte küçük küçük adımlar attım. Onca durak varken aynı durakta inmenin şansıyla biraz afallamıştım. Belkilere şans doğmuştu. Onun arkasından birkaç adım daha attım ve çok yavaş yürüdüğümü fark ettim. Sanki kendisi durmak istiyor da bacakları gitmesi gerektiğini söylüyordu. Etrafta çok insan olduğunu anladığımda adımlarımı onun kadar yavaşlattım. Konuşsam da asla bunu kalabalıkta yapamazdım. Her adım attığımda yarım saniye bekleyip diğer adımımı atsam da henüz arkamızda insanlar vardı. Merdivenleri de çıktık, tanrım insanlar ne kadar yavaş yürüyorlar. Aslında bunu hep bilirdim, genelde yarısının yavaş, yarısının hızlı, çoğu suratsız, birkaç sevgili, sınavı iyi geçen öğrenci ya da işleri iyi giden yetişkin dışında gülümseyen olmazdı.

Adımlarımı hâlâ yavaş tutarken normalde çok kullanmadığım, kullansam da sol tarafından hızlıca indiğim, diğer metroya kadar üç kez karşılaşacağım yürüyen merdivenin sağ tarafında ona birkaç kişi uzaklıkta durarak indim. Şimdi ise birkaç büyük seramikten tabloları olan uzun koridorda yürümeye başladım. Hâlâ insanların geçmesini bekliyor, yavaşça yürüyüp düşünmeye devam ediyordum. Her düşüncemin kısa aralıklarında da ona arkadan bakıp yürüyüşünü ve uzun kabanını izliyorum. Ya ters cevap verirse, insanlar o an bana farklı bakar farklı düşünürlerse. Hayır, hayır! İnsanlar varken asla yapamam. Ama konuşmaya da ihtiyacı olabilir hem bence ben insanlara iyi gelebiliyorum öyle değil mi? Yani birkaç arkadaşımdan bunu duydum fakat hiç tanımadığım biri bana güvenebilir mi? Bundan bir süre sonra tanışacağım kafası baya karışık gezen bir kız mesela sadece benle ilk tanıştığı gün bana güvenecek. Hem herkes güvenecek diye bir düşünce yok ama bu düzensiz yürüyen kızın güvenip güvenmeyeceği konusunu onunla konuşmazsam asla bilemeyeceğim.


Koridorun hemen hemen sonuna geliyorduk. Bu yol hiç bu kadar yavaş ve hiç bu kadar hızlı gelmemişti bana. Onu; kapıdan girişini, saçlarını, gözyaşlarını, az açıdan gördüğüm kızarmış yanaklarını aklıma getiriyor ve çıkışı olmayan bir labirent de dolanıyor gibi hissediyordum. İkinci ve en uzun yürüyen merdivenin tarafına dönmeden önce birkaç hafta önce korkmamamı, ileride düşünüp yapmadığıma pişman olacağım şeyleri yapmam gerektiğimi söylediğim anı ve bu sözleri söylememe sebep olan videoyu anlık düşünüp videoyu tam hatırlayamadan döndüm ve inmeye başladım.

Çok az şansımın kaldığını ve merdivenin çok hızlı indiğinin farkındaydım. Hâlâ arkamdan gelen birkaç kişiye, sağ tarafa geçerek beni geçmeleri için şans tanıdım ve yavaşça öne doğru birkaç adım attım. Artık çok yakınım, yürüyen merdivenin yarısı bitti bile. Arkamda bir iki kişi daha olabilir düşüncesine kapıldım. Sola geçtim ve bu sefer daha uzun bir nefes alarak öne doğru bir adım attım.

                         

II


— Merhaba.

— Merhaba.

 İşte şimdi tam anlamıyla görüyordum yüzünü. Gözleri tam karşımdaydı. Dudağının sağ altında biraz büyük bir ben, yanakları ıslaklıktan daha bir parlak daha bir kızarık, solgun dudaklı küçük bir yüz. O an ağlatan sebep her neyse onu bulup yok etmek istedim. Ama ağlamakta ona farklı fakat daha çekici bir iz bırakmış olabilir. Bir yandan dehşetle kasılmış vücudum titremeye başlamış, ellerim terlemiş, ona bakarken düşmemek için dikkatlice merdivene yerleştirdiğim ayaklarım kaskatı kesilmişti. Durup uzun uzun bakmak istemiştim aslında. Onu durmadan çekmek, belleğime kaydetmek istiyordum. Belleğime gidebilmesi için hipokampusuma yalvarabilirdi.

— Ağlıyordun, biraz konuşmak ister misin?  Yürüyen merdivenin sonuna doğru söyledim. Düşmemek için yine merdivenin sonuna dikkat ederek uzun bir adım attım ve çok daha kısa olan son merdivene doğru yöneldik.


— Yok, iyiyim teşekkür ederim.

— Kendine iyi bak o zaman

— Sen de iyi bak.


    Sendeki hafif gülümsemenin ardından son merdivene girip solunca hızlıca inerek metroya bindim. Şansıma metro bekliyordu ve koltuklara oturmak yerine köşedeki geniş yere oturdum. Bir süre olayın şokunu yaşarken sakinleşmeye çalıştım ve konuşmayı bir daha gözden geçirdim. Cümleleri yeniden kurup duruyordum, özellikle onun söyledikleri cümleleri söyleyip birkaç saniye duraksıyordum. Etrafıma bakınma cesaretini gösterince onu diğer vagonun sonlarına doğru oturmuş gördüm. Hâlâ kalbimin ritmi yüksekti ve ateşim varmış gibi hissediyordum. Onu görebilen bir açıda olduğumdan mutluydum. Ona üzülüyor muydum, sıkıcı bir günün sonunda heyecanlanmak hoşuma mı gitti yoksa gerçekten mi heyecandan titriyorum bilmiyorum. Düşündüm bir süre, kafamı arkama yasladım ve o aralar sık yaptığım bir şeyi yapmaya karar verdim. Hızlıca telefonumu cebimden çıkarıp elimle kavradım. Bunu yaparken önümden geçen birkaç kişiyi izledim, dizimi kendime çektim ve telefonun not defterini açıp yazmaya başladım.


Her anı hatırlamaya çalışıyor, sanki unutmamak için dönüp dönüp yüzüne bakıyordum. O yine ifadesiz bir bakışla yolculuğa devam ediyordu. Hiç beni düşünüyor muydu acaba? Biri bana yanlışlıkla çarpsa dahi birkaç dakika kimdi, nasıl biriydi, nasıl bir hayatı var diye düşünmeden edemem doğrusu. Bir yandan bu gibi düşüncelerle boğuşuyor bir yandan yazmaya devam ediyordum. Bir yandan her durağa yaklaştığımda inecek mi diye bakıyor, bir sürelik tedirginlik sonrası yazmaya devam ediyordum. Durağım yaklaşmıştı, telefonu sıkıca kavrayarak ve sol elimde demirden tutunarak kalktım ve kapıya yöneldim. Nedense bu sefer hiç inanmıyor –öncekinde içimden bir his aynı yerde ineceğimizi söylüyordu- fakat öncekinden daha çok aynı durakta inmek istiyordum. Kalkmadı, baktım hâlâ kalkmıyordu. Yavaşça önüme bakmaya başlamıştım. Birden çantasını kavradı, yavaşça kendini çekti ve yine önüme döndüm.

 Bu durum artık gerçekçi gelmiyordu gözüme. İkinci kez aynı durakta iniyor, aynı çıkış kapısından çıkıp aynı tarafa yürüyorduk. Telefonu kapattığım gibi açıp yeniden yazmaya koyuldum ki istasyondan çıktıktan sonra yağmuru aniden hissedip bir süre çantamda şemsiyemi aradım. O daha da dağınık yürümeye başladı. Rüzgâr da itmese onu asla hareket etmeyecek gibiydi yine. Şemsiyesi de yoktu, kabanıyla aynı renk koyu yeşil bir bere vardı başında. Yeniden ağlıyor mu acaba diye düşündüm ama ağlıyorsa da anlaşılmıyordu sert yağmurdan.

Yine cesaret etmeye çalışıyor ama artık beni yanlış anlamasından korkuyordum. Bilirsiniz sapık dolu bir ülkede yaşıyoruz, böyle sanılmak ya da birkaç saniye böyle düşünülmek bile korkunç geliyordu kulağıma.

Artık düşüp bayılacak diye de korkmaya başladım. Ona şemsiye tutsam mı, son bir kez konuşmayı denesem mi diye düşünmeye ve çok hızlı bir şekilde yazmaya devam ediyordum. Hiçbir sokaktan sapmaması, hâlâ beraber yürüyor olmamız, günün böyle değişmesi beni hâlâ çok şaşırtıyordu. Ben bunları düşündükçe yaklaşık on beş dakika yürümüş ve evime sapan yola yaklaşmıştık. Yavaşça ona doğru adımlarımı sıklaştırmaya başladım. Yine aynı duygulara bürünüyordum. Kalbimin artık bir yumruk kadar değil kocaman bir fanusa dönüştüğünü ve duygulardan bir yaşam, bir habitat oluştuğuna yemin edebilirdim. Birkaç kelime daha yazıp ve kafamı kaldırıp ona doğru birkaç hızlı adım daha attım.

    

Yeniden yavaşladığımda onu bir markete doğru sağa dönüp yürümesini izledim. Artık onunla yürürken attığım adımlarımdan bile daha yavaş ilerliyor, onu ilgisizce sebzelere bakarken izliyordum. Biraz ilerledikten sonra durdum ve arkama döndüm. Onun markete dönüşünü ve gelene kadar düşündüklerimi bir süzgeçten geçirerek düşünmeye başladım. Bana göre şiir o an yazılmalı ve o an bitirilmeli. Bir daha asla o an gelmeyecek, o duyguyu hissetmeyeceğim. Sadece şiire bakıp o anları yeniden yaşayabilirim. Belki de bir daha onu görür müyüm diye sayısız kere düşünüp o günün şansını ve tam hayat bana göz kırptı dediğim anda gidişini hatırlarım.

Evet, her son güzel olmaz, çok sık rastlanılmaz böyle şeylere. Senin de o gün kötü günlerinden biriydi. Eğer bir gün okursan bu birkaç sayfayı, belki aynı duygularla, belki çok daha mutluyken okursan bil ki bulutlara mahsus olsun. 


(Şiir: https://bubisanat.com/posts/bulutlara-mahsus-olsun )