Büyük bir çölün ortasındayım. Ya da herhangi bir yerinde ya herkes gibiyim ya da çoktan hiç kimse olmuşum. Çölde yürüyorum. Bu çöl; küçük prensin düştüğü, Hz. Musa'nın kavmiyle geçtiği veya Mecnun'un Leyla'sını aradığı o çöl olabilir. Tepemde güneş, üstümde eskimeye yüz tutmuş entarimle gidiyorum. Gündüz veya gece fark etmiyor. Ayaklarımın arasına, kulaklarıma, saç diplerime kumlar doluyor. Havada anlayamadığım esmer bir koku var. Çöl hayvanları ve çöl bitkileri yoldaşım oluyor. Kayboluyorum. Bu sonsuz kum okyanusu ecelim olacak. Ya da kara toprağım...


Bir süre sonra yeşil bir sahra çadırının önünde buluyorum kendimi. Az çok bu civarın dilini öğrendiğimden asılı duran yazıyı okuyabiliyorum. ''Girme, girersen de çıkma!'' yazıyor. Giriyorum. Çadırın içi dışarıdan gözüktüğü gibi değil. Çok geniş ve çok yüksek geliyor gözüme. Çadırın tam ortasında yerde bağdaş kurmuş oturan bir kadın var. Gözleri kapalı. Trans halinde olduğunu düşünüyorum. Söze giriyor:


—Ne arıyorsun yabancı?

—Aşk.

—Çölün ortasında mı?

—Hayır bu genel bir arayış benim için, çölde kervanımı kaybettim bulamıyorum, yardım eder misin?

—Ben bu civarda, belki de dünyada görüp görebileceğin en etkili büyücülerden birisiyim, benden başkası sana yardım edemez fakat sana neden yardım edeyim ki görüyorsun, gözlerimi bile açmıyorum senin için, ne verebilirsin ki bana?


Ceplerimi yokluyorum, kumdan başka hiçbir şeyim yok. Devam ediyor: 


—Yanında bana verebilecek pek bir şeyin yok gibi, o zaman şöyle yapalım yabancı: benimle bu gece çadırda bir gece geçir, eğer bana yanaşmadan dayanabilirsen yolu bulmana yardım edeceğim, eğer bana yaklaşırsan senin olurum fakat karşılığında yüreğini alırım, bu benim de işime gelir çünkü en etkili büyülerde insan kalbi kullanırım yahut yüreğini hemen ver ve şimdi çek git seçim senin. 


Kafam karışıyor. Bütün çölü saran esmer kokunun sahibi büyücü kadın başımı döndürüyor. Bir gece dayanırım ne olacak diye düşünüyorum, kalbimi verirsem nasıl yaşarım ki?


Gece tüm siyahlığını üzerimize örttüğünde çadırda çıt çıkmıyor. Bana ayırdığı köşeden sesleri dinliyorum daha doğrusu sessizliği. Büyücü kadın daha önce karşılaştığım kadınlara pek benzemiyor. Gözlerini de göremiyorum zaten. O şerefe henüz erişemiyorum. Sırtüstü yatmış vaziyette düşünüyorum. Dışarıda gece yıldızları takmıştır göğsüne. Kumlar vardır. Sonsuz kum tanesi. Her bir kum tanesini düşünüyorum. Gece oluyorum, kum oluyorum, kumların üstünde sağa sola kaçınan bir hayvan oluyorum. Kumların sıcaklığını hissediyorum. Gecenin soğukluğunu soluyorum. Görüyorum. Gökyüzünden damla damla düşen kelimeleri görüyorum. Sabaha dek yağacaklar ve her yer cümle olacak. Göz kapaklarımı açmama kadının sesi sebep oluyor: 


—Aşk zannettiğin belki de aşk değildir yabancı, belki de aşk hiç yoktur, olmayan bir şeyi arayarak zamanını boşa harcamaktasın.

—Olmadığını düşünen sensin, bu senin inançsızlığın, aşık olmak için önce inanmak gerek, iman etmek gibi. 


Soluğunu yanaklarımda hissediyorum. Kokusu tüm hücrelerime işliyor. Onu ikna etmeme gerek yok ama konuşmayı sürdürmek istiyorum:


—Hiç aşık olmamışsın sen.

—Sen olduğunu mu zannediyorsun?

—Olmadığıma kanıt gösterebilir misin?

—Sen olduğuna gösterebilir misin?

—O zaman gözlerini aç ve bana bak, aşk ile nasıl bakılır gör. Göz kapaklarını aralayıp bana bakıyor sanki bin yıldır açılmayan bir kapı gibi. Titriyor yer gök. Sarsılıyoruz. Bana bakıyor o simsiyah gözleriyle. Gece ve gözleri birleşiyor. Gözlerinde de yıldızlar var. Göz bebeklerime bakarken soruyor: 

—Yüzüne dokunabilir miyim?

—Tabii ki ama bu yaptığın haksızlık. 

—Çadırıma gelen sensin, sabredecek olan da.

—Sabredemem.

—Sabretme o zaman...


O gece bütün renklere bürünüyoruz. Turuncu, kırmızı, siyah ama en çok mavi oluyoruz. Onun siyahlığına mavi katıyorum lacivert oluyoruz. Renkler, kokular birbirimize giriyoruz. Hece hece buluyoruz her bir noktamızı. Sabaha dek sürüyor bu şölen. O durmuyor, ben doymuyorum siyaha kelime bandırmaya. Sabaha yakın bir saatte ellerimden tutuyor her bir olay cereyan ettiğinde. Her nokta sevildikten, her bir koku içildikten sonra... Ellerimden tutup son bir kez gözlerine baktırıyor. Ağırlaşıyorum. Beni uyuşturduğunu anladığımda çoktan uykuya dalmış oluyorum. Garip bir rüya görüyorum. Rüyamda büyücü bir kadın, canımı hiç acıtmadan kalbimi söküyor atmakta olduğu yerinden. Eline alıp inceliyor. Bütün çadır aydınlanıyor. Elinde tuttuğu ışıldayan kalbimi önündeki sandığa koyup kilitliyor. Birkaç kelime söylüyor ama anlamıyorum. Kalbim ebedi yerine gidince yerini ay ışığı alıyor. Sonra rüyamdaki büyücü kadın bir şarkı mırıldanıyor. Çok güzel bakıyor, çok güzel kokuyor...


Sabah üstümden tonlarca ağırlığı atıp uyanıyorum. Güneş, ellerimde dans ediyor. Kalkıp giyiniyorum. Çadırı aralayıp dışarı çıkıyorum. Beyazlık gözümü alıyor. Her yer bembeyaz. Tıpkı gece bıraktığım gibi. Bütün askerler giyinip hazırlanmışlar. Hemen koşarak sıraya geçiyorum. Arkamı dönüp dönüp bakıyorum geriye yolda ilerlerken. Kafamda anlamını çözemediğim bir mutluluk var. Sanki bir bahçıvan gece yarısı kafamın içine girip mutluluk tohumları ekmiş ve sabah güneşi gören mutluluklar kafamın içinde masmavi büyüyorlar... Yürürken postallarım beni rahatsız ediyor. Olduklarından ağırlar sanki. İlk duraklama anında karların arasından sivrilen bir kayanın üzerine oturup siyah postallarımı çıkarıyorum. Bir tanesini çıkarmamla beraber etrafıma kum taneleri saçılıyor. İkisini de ters çeviriyorum. Kumlar karın üzerinde birleşiyorlar. Bir kelime oluşuyor. ''Ay''. Anlamıyorum. Kumlar tekrar toplanıp havaya kalkıyor. Simsiyah oluyorlar. Burnuma çok değişik ama bir o kadar güzel bir koku geliyor. Bir kadın kokusu... O kum taneciklerine aşık oluyorum. Fakat sert bir rüzgar çıkıyor. Rüzgarın estiği yönde savrulup gidiyor siyahlık. O kayanın üzerinde ömrümde ilk defa ağlıyorum. Gözyaşlarım gözümden süzülür süzülmez donuyor. Sonra düşünmeye başlıyorum. Birliği bırakıp başka bir ülkeye yerleşmeyi düşünüyorum. Bu soğuk ülkeden kurtulmak istiyorum. Gideceğim ülke çöllerle kaplı bile olsa umurumda olmayacak. Hatta kumlar olmalı. Evet evet, her yerde kum olmalı. Sonsuz kum...


(2017)