“Ne münasebet! Şatonun bakıma falan ihtiyacı yok! Boşu boşuna masraf çıkarmayın. Bu arada stok yapmak için söylediğimiz yiyecekler geldi mi?”

      Gözlerden uzak yerdeki bu ufak şatoda tüm büyük adamlar toplanmıştı. Hararetli bir şekilde şatonun büyütülmeye ve bakıma ihtiyacı olup olmadığını tartışıyorlardı. Ama ne hararet! İki yüz kiloluk, giydiği takım elbiseye bile sığamayan bir düzine yaşlı ve terli adam ne kadar hararetlenebilirse o kadardı. Ellerindense yiyecekleri hiç eksik olmazdı. Ne tartışırken ne de sakinken... Zaten büyük olan bedenlerini daha da büyütmekti tek amaçları.

      Onlara ev sahipliği yapan zavallı ufak şato ise ne yazık ki konukları kadar iyi durumda değildi. Ahşap merdivenleri kullanılamayacak durumdaydı. O yüzden uzun zamandır kimse üst kata çıkamıyordu. Hoş, merdivenler sağlam olsa dahi o büyük bedenlerden hiçbiri kendini yukarı çıkmak için yormazdı zaten. Kimsenin uğramadığı üst kat perişan haldeydi. Her yeri örümcek ağları, tozlar, çürümüş kıyafetler, unutulmuş evraklar kaplıyordu. Dört bir yana dağılmış, oraya bırakıldığı bile hatırlanmayan ama orada olan dosyalar ve içindeki yazılar o kadar uzun zamandır oradaydılar ki artık kâğıtların üzerinde ne bir damla mürekkep kalmıştı ne de bir kalem izi.

      Asıl meselenin döndüğü alt katın ise yukarıdan pek bir farkı yoktu. Hatta orası çok daha kötü durumda sayılabilirdi. Tüm büyük adamlar tüm değerli vakitlerini burada geçiriyorlardı. Uyumuyor, yürümüyor ve düşünmüyorlardı. Tek yaptıkları yemek ve artıkları etrafa atmaktı. Bu odanın görüntüsü ve kokusu normal birinin midesini bulandırırdı ama o büyükler, bu kötü manzaradan hiç etkilenmiyordu. Sanki bu perişanlık onların iştahını daha da açıyor, bu sefil görüntüyü oluşturmaktan gurur duyarmışçasına kendilerini daha fazla yemekle ödüllendiriyorlardı. Şatoyu temizlemesi için birinin tutulması bir kere gündeme gelmişti ama çoğunluğun oylarıyla reddedildi. Boş yere para harcanmaması gerektiğini savunuyorlardı çünkü.

       Bu büyük adamların arasında elbette bir demokrasi vardı. Birinin değil çoğunluğun düşüncesi geçerlilik kazanıyordu. Ama sürekli birbirleriyle aynı şeyleri yemekten olsa gerek; bu önemli insanların düşünceleri de birbirininkiyle aynıydı.

        Yıllar birbirini kovaladı. Büyük adamlar yemeye, yedikçe büyümeye devam ettiler. Her zamanki gibi şatoyu yıprattılar ve düzeltmek için hiçbir şeye yeltenmediler. Kasvetin hâkim olduğu şato, bu uzun yıllar boyunca bu büyüklere ev sahipliği yaptı. Arada bir tahtaları gıcırdasa da bundan başka büyük bir sorun çıkarmadı. Ta ki o güne kadar...

         Büyük adamlar için yine sıradan bir gündü. Yiyorlar, içiyorlar, kirletiyorlar ve temizlemiyorlardı. Ama bu adamlardan bir tanesi bir elma yedi, koçanını da öncekiler gibi yere fırlattı. Önce koçanın değdiği tahta gıcırdamaya başladı. Onun yerinden oynamasıyla yanındaki tahta döşeme de hareket etti. Böyle böyle şatodaki her bir tahta parçası hareket etmeye, ses çıkarmaya başladı. Büyük adamlar şaşkınlıkla etrafa bakıyordu ama kaçmaya yeltenemediler bile. Uzun yıllar boyunca büyüttükleri ve hiç yormadıkları bedenleri hareket etme kabiliyetini kaybetmişti. Sallanmaya başlayan şato büyük ve acı bir gürültüyle yavaşça yıkıldı. Sanki tüm o yıllar boyunca yaşadıklarının toptan bir sitemiydi bu gürültü. O büyük adamların hepsi ise bir zamanlar onlara ev sahipliği yapan o şatonun altında kaldılar. Korkmaya, kaçmaya imkânları bile olmamıştı. O küçük şato yıkıldı. Gerideyse büyük bir enkaz kaldı.