Annem büyükannemi hiç sevmedi, sevemedi. Babam ölmeden önce onu anneme emanet etmeseydi bugün gerçekleri bilmiyor olacaktım.

Yaşlı bir kadını aç, açık bırakacak kadar vicdansız olmayan annemin kendince geçerli olan sebeplerini büyükannemi dinleyince anladım. Annemi anlarken de bu küçük, ihtiyar kadına daha da çok bağlandım.

Babamın ölümünden sonra sadece birkaç sokak uzağa gidebildik. Her gün küçücük ellerim yana yana yemek taşıdım ona. Annemse kapısının önünden geçmedi, hiçbir zaman. Günde iki defa bir peçeteye sardığı yemek kabını elime tutuştururdu annem, aynı tembihi de kulağıma, yılmadan: “Sakın büyükannenle konuşma! Sakın!” Evden çıkıp köşeyi dönünceye kadar kulağımda annemin sesi, korkudan yankı yapıyor zihnimde. Dilimde tekrar tekrar aynı sözler: “Büyükannenle konuşma!” diye.

Ama ağır, paslı demir kapısını iterken bahçenin, unutuyorum tüm tembihleri her defasında. Kendi küçük, bahçesi büyük, eski bir evde yaşıyor büyükannem. O demir kapının iki farklı evreni birbirinden ayıran bir geçit olduğuna inanıyorum her zaman. Küçücük ayaklarım bahçeye adım attığında sanki görünmez iki varlık beni kollarımdan kaldırıyor ve taşıyor evin kapısına kadar. İçimdeki korku yok olup gidiyor annemin sesiyle birlikte uzaklara.

Ağır, ahşap kapıyı itiyorum sessizce. Hiçbir zaman kilitli değil. Anneme soruyorum “Kapısı kilitli değilken korkmuyor mudur?” diye. Annemin cevap vermesiyle pişman olup susması bir oluyor: “Asıl korkulacak kişi o, neden korksun ki...”

Karanlık, köhne, rutubet kokan odasında, yaz kış yorganların arasında yatıyor görünmeden. Ama biliyor geldiğimi, hissediyor hep. Uyuduğunu sanıp kabı masanın üzerine bıraktığım ve parmaklarımın ucunda geri geri çıkmaya niyetlendiğim her defasında aynı büyülü sözlerle çağırıyor beni yanına. “Yoksa bugün beni görmeden mi gideceksin?” Ürkek ve istemsiz adımlarla gidiyorum yanına. Benim yaşımdaki bir çocuk için, tek gözlü bir kadının yüzüne bakmak kolay değil. Evet, bir gözü yok büyükannemin. Dediğine göre, bir kuzgun almış onu kendisinden. O gün, ona verdiğinin karşılığı olarak... Soru soramıyorum hiç. Sorularım, korkularımın arkasında gizli...

Bazı günler konuşuyor benimle, bazılarında ise çok sessiz. Getirdiğim yemekleri yediğini hiç görmedim. Ama gittiğimde bir önceki kap masada, hep boş ve temiz. Bedeni kuvvetsiz ama gözü, o kuzgun karası delici gözü inceliyor her seferinde beni. “Bir günde yine çok büyümüşsün.” diyor. “Ne kadar da babana benziyorsun.” Bazen derin uykulara dalıyor, sanki bir şeyler mırıldanıyor mora dönmüş hasta dudaklarından. Üzerine eğilip dinliyorum dediklerini ama sanki başka bir dil, başka bir dünya söyledikleri.

Büyükannemle ilgili sorularımdan bunaldığı bir gün simsiyah kin kusuyor annem. Söyledikleriyle birlikte milyonlarca karasinek fışkırıyor ağzından. Evin her yanına doluyorlar. Etrafımızda sanki dans ediyorlar. “Söyle! Söyle! Her şeyi söyle!” diye.

Yemek kabını kaptığım gibi sokağa atıyorum kendimi. Ağlayarak dönüyorum köşelerden. Sanki bir güç beni kendine doğru çekiyor. Demir kapıyı ve bahçeyi nasıl geçtiğimi hatırlamadan kendimi büyükannemin yanında buluyorum. Yatmıyor bu sefer, yatakta oturuyor dimdik. Yüzü karanlık, nefesi kederli... Kaptaki yemeğin yarısı dökülmüş, akıyor parmaklarımın arasından. Sağ gözüyle bakabilmek için biraz fazla eğiliyor, içinde karasinek yüzen çorbaya. “Demek annen anlattı.” diyor, sesi pes etmiş inceden. “Yıka ellerini, otur yanıma. Benim de sana anlatacaklarım var.”

“Annen haklı. Ben senin büyükannen değilim”. İçimdeki duygu karmaşasını görüyormuş gibi bakıyor bana. Hepsini fark ediyor: Hayal kırıklıklarını, kaybolan inancı, hayreti, korkuyu…Kendimi artık oraya ait hissetmeyişimi, yalanlara tokluğumu, içimde oluşan boşluğu… O tek gözüyle, o kuzgun gözüyle hepsini görüyor ve beni elimden tutup yatağının yanındaki eski, sırı dökülmüş aynanın karşısına doğru yöneltiyor. “Seyret!” diyor. Az önce beni çekip eve kadar sürükleyen güç bu defa gözlerimi onun gözünden çekip aynadaki gümüş sırların arasına itiyor. Aynaya bakıyorum ama hiçbir şey görmüyorum. Daha sonra aradığımın aynada değil de dökülmüş gümüşlerin bıraktığı kristal camda oynadığını fark ediyorum. İyice yanaşıyorum ve sanki nefesimin bıraktığı kristal izin ardına geçiyorum.


Bir kadın görüyorum, hamile. Esmer mi esmer, genç ama çirkin. Tarlada çalışıyor karnındaki yüke aldırmadan. Aklında bir düşünce: “Nasıl olsa bu da yaşamayacak, daha öncekiler gibi.” diye. Ağlıyor sessizce. Dönüp bana bakıyor.


Küçücük ellerimi ağzıma kapamış hayretimi gizlemeye çalışıyorum. Onu tanıdığımı anlıyor.

 

Sırtında ayrı, karnında ayrı yüküyle yürürken tarlaların içinde bir kuzgun beliriyor kafasının üzerinde. Kuş feryat edip çırpınıyor tepesinde. Diyor ki kadın: “Karanlığın yaslı sesi, bir şeyler istiyor belli ki benden.” Koşuyor kuşun peşinden...

Tarlaların bittiği yerde bir ahır, ahırın içinde gebe bir kadın, avaz avaz sancılar içinde… Bembeyaz elbisesi ala dönmüş kanından. Kuzgun yardım istiyor kadından. Kendi yüküne bakmadan kolları sıvıyor genç kadın ve doğurtuyor diğerini hemen oracıkta. Güzel mi güzel bir erkek evlat kalıyor kollarında. Çocuğun sesi karışıyor kuzgunun çığlıklarına. Esmer kadın bir kuzguna bakıyor bir canı tükenmekte olan kadına. İçindeki karanlık “BEKLE.” diyor sessizce. Bebeği önlüğüne sarınca, gözünün önünde kalıveriyor kendi marazlı, esmer karnı tüm gerçekliğiyle.

 

Kuzgun susuyor, kuzgun bekliyor.

 

Elini eteğinin altından daldırıp sokuyor bedenine ve söküp alıyor kendi bebesini kan revan içinde. İşte yine ölü, yine çirkin... Atıyor kara bebeyi güzel kadının cansız eteklerine. Hali yok ama gitmeli. Kimseler onu görmeden karanlığın kendisine getirdiğini alıp uzaklara gitmeli.

Çıkıyor ahırdan hesapsız, kimseler görmedi sanıyor. Ama uzun sürmüyor ve “karanlığın sol eli” kuzgun, kara bir rüzgar olup dalıyor başının üzerine ve kadın sol gözünü veriyor aldığının bedeli yerine.  


Sessiz ve yorgun dönüyorum geriye. Yaşamaktan yorulmuş, hasta dudaklarında son bir mırıltı:

“İşte bu yüzden kuzum, ne etim uydu ne de kanım ve babanı ölümden kurtaramadım.” diye.


Diablo'nun Günlüğü 2018