Eskiden otobüs yolculuğu için hep iki kişilik koltuklardan bilet alırdım. Yan koltuğa kimin oturacağını merak ederdim. Birisi mutlaka gelirdi. Önce olanca saygısıyla ilişirdi koltuğuna. Sıcacık bir merhabanın ardından öyküsünü anlatırdı bıcır bıcır. Bayılırdım insan öykülerine. Hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan özenle dinlerdim onları. Bazı yol arkadaşları meraklı olurdu. Bana dair sorular da sorardı. Ben de anlatmanın büyüsüne kapılır, onlar gibi anlatırdım güvenle. İneceğimiz yere geldiğimizde ise gözlerini arardım yol arkadaşlarımın. Çantalarını kaptıkları gibi giderlerdi bir hoşça kal bile demeden. Arkalarından şaşkınlıkla bakakalırdım.
Yaşamıma giren insanların da o yolcular gibi olduğunu fark ettim. Önce büyük bir nezakaket, sonra hoyratça bir kayıtsızlık... Gülümseyen gözler, ölü gibi donuk. Koşarak uzaklaşıyorlar yanımdan, yangından mal kaçırır gibi. Eskiden şaşkınlığımı yenip ben derdim, hoşça kal öykün güzel olsun diye. Artık kimseye merhaba bile diyemiyorum. Hep bir kişilik koltuklara bilet alıyorum. Oradan yer bulamazsam mecbur iki kişilik koltuklar... Yan koltuğa birileri yerleşiyor mutlaka. Ama ben hiçbiriyle konuşmuyorum.
Cam kenarından bulutları, ağaçları, kuşları, dağları izliyorum. Hızla geçiyorlar.
Onlarla vedalaşıyorum.
Büyümek mi bu?
İnsana dair inancın ölmesi mi?
Bilmiyorum.
Gülbahar Aygün