Cengiz Aytmatov, kendisine ilk büyük şöhretini kazandıran Cemile’yi 1958 yılında yazmıştır. Kısaca “bir aşk hikâyesi” şeklinde tanımlanabilecek bu eser, Fransız şair Louis Aragon tarafından ise dünyanın en güzel aşk hikayesi olarak ilan edilmiştir. Gerçekten de Cemile, bir bütünlük içinde bulunan aşk ve doğanın, ergenlik çağına henüz girmiş genç bir çocuğun bakış açısından okuyucuya aktarılan yalın bir tablosu gibidir. Hikâye de sonbahar göğüne ev sahipliği yapan bir tablonun tasviri ve onun anlatıcıda uyandırdığı hislerin açıklaması ile başlamaktadır. Anlatıcı “Seyit” ismindeki bir karakterdir ve 2. Dünya Savaşı’nın ortalarında geçen bir çocukluk anısını anlatacağına dair işaretleri daha ilk sayfadan bu tablo eşliğinde gösterir. 1941-1943, Almanya’nın Rusya işgalinde bulunduğu senelerde ağabeylerin ve babaların savaşa katılmak için köyden ayrılmaları üzerine genç çocukların ve kadınların evi geçindirmeye çalışmaları; bu uğurda mücadele ederken çektikleri maddi-manevi zorluklar hikâyenin başlıca konusunu oluşturur. Olay örgüsü böylesine zorlu zamanların getirdiği kan, ter ve gözyaşı çerçevesinde gelişir ve bu yapılırken; karakterlerin psikolojik analizlerine, ruhsal durumlarına da yer verilir. Köy halkı bu sıkıntılı süreci atlatabilmek için hep bir aradadır ve yardımlaşma içerisindedir. Hasat zamanı gece-gündüz demeden, yorulmak nedir bilmeden, hep birlikte çalışır. Yine bu şekilde geçip giden bir günün akşamında, köyün işçi kolbaşısı Orazmat’ın küçük annenin yanına gelerek; askerlere ekmek olacak hasılatın arabalara çuvallar içerisinde yüklenmesi için gelinini göreve istemesi üzerine, hikâyenin asıl kahramanı olan Cemile anlatıya dahil olur.

Cemile; küçük annenin gelini, Seyit’in yengesi, oğlu Sadık’ın ise karısıdır. Sadık, köyün diğer erkekleri gibi savaşa gitmiş; uygun olduğu zamanlarda mektup yollayarak ailesini ve eşini olanlardan haberdar etmektedir. Cemile ve Sadık daha dört aydır birlikte olan, yeni evli bir çifttir; Cemile; komşu kadınlarla ve annesiyle iyi anlaşan, çocuklar gibi şen, türkü söylemesini iyi bilen, mert yapılı, alımlı bir genç kızdır. Tuttuğunu koparan bir özelliği olması dolayısıyla, Orazmat’ın arabaya çuval yükleme işi için aklına gelen kişi kendisi olur. Cemile’nin Seyit’le birlikte bu işi kabul etmesi Danyar adlı genç delikanlı ile yollarının kesişmesini sağlar. Danyar; köye yaralı bir asker olarak dönen, kimi kimsesi olmayan, bu yüzden de hayatın zorluklarıyla erkenden karşılaşmış, sessiz ve içine kapanık bir adamdır. Köy halkı tarafından garipsenen, zaman zaman alay konusu olan, sol bacağı hafif aksayan, aslen buralı olsa da Çakmak Ovası’ndaki bir Kazak köyünde büyüyen uzun boylu, zayıf yapılı bir delikanlıdır. Doğduğu yere dönmesi çokça takdir edilir ve “Tulpar ne kadar uzakta olursa olsun yılkısını bulurmuş” ifadesiyle de bu görüş desteklenir; burada geçen Tulpar’ın bir çeşit masal atı olması da yazarın folklorik unsurları eserine dahil ettiğinin bir göstergesidir.

Cemile ve Seyit, Danyar’la geçirdikleri bu süre boyunca arada bir onunla dalga geçerek ve kendisine ufak şakalar yaparak eğlenir; bir nevi yaşadıkları zorluklardan biraz da olsa uzaklaşabilmek için kafalarını dağıtabilecekleri bir uğraş üretirler. Arabaya doldurdukları çuvallarla önce bozkırdan boğaza, hemen ardından da istasyona yaptıkları uzun süreli yolculuklar esnasında Cemile'nin sergilediği mert tavırlarına, güçlü yapısına, neşe dolu hal ve hareketlerine; duygu yüklü sesiyle türküler mırıldanmasına hayran kalmamak elde değildir. Yine bu yolculuklarından birinde ikili, Danyar’a küçük bir şaka yapmaya karar verir ve kalın örgülü bir çuvalı bolca doldurup onun arabasına yüklerler. İstasyona vardıklarında hasatın döküleceği vakit, Danyar’ın yaptıkları şakayı anlamasına rağmen çuvalı sırtlanıp aksayan ayağını daha da zorlaması üzerine, her ikisi de vicdan azabı çekerek ve yaptıklarından utanarak yardım etmeye çalışır. Ancak Danyar, ayağının ağrısını hiçe sayarak başladığı işi bitirir ve hikâyenin seyri de tam olarak bu bölümde değişir.

Bir istasyon dönüşü, ağustos ayının ışıltılı yıldızlarla dolu bir geceye ev sahipliği yaptığı vakit, Cemile’nin isteği üzerine Danyar bir türkü mırıldanır. Bu türkü öyle yanık, öyle tutku doludur ki; o sessiz gecenin içinde duyulan tekerlek tıkırtılarının eşlikçisi vadiler, kayalıklar, ağaçlar bile neye uğradığını şaşırır. Danyar’ın yüreğinden kopup gelen; hayata ve toprağına karşı duyduğu derin tutku ve özlemin bir yansıması gibidir. Bu yanık ses, Seyit’in içinde daha önce hiç fark etmediği duyguların zuhur etmesine vesile olur; hayatı, hayattan kopup gelenleri artık sadece gözüyle değil, yüreğiyle de görmeye başlar. Bu öyle bir histir ki eski günlerdeki gibi eline bir fırça alma ve duygularını kâğıda aktarma ihtiyacı kalbinin tam ortasında oluşuverir. Cemile ise bambaşka bir alemin içinde, kalbinin derinliklerinde filizlenmeye başlayan yabancı fakat son derece heyecan dolu bir ritimle baş etmeye, Danyar’ın fırtınalı yüreğinin acısı altında ezilmeye başlar; gözlerine bir hüzün çökse de hülyalı bir gülümsemeyle hayalleri içinde kaybolur. O günden sonra Cemile’nin hal ve hareketleri değişir, kaçamak bakışlar eşliğinde çalışmaya başlama sırası ona geçer. Yine bir dönüş esnasında, at arabasını süren Danyar’ın türkü söylemeye başlaması üzerine Cemile onun yanına oturur ve başını yavaşça omzuna doğru yatırır. Bu, Seyit’in gözünde öyle bir tabloya dönüşür ki sanki bütün bozkır bu manzaraya duyduğu hayranlıkla çiçekler açmaya başlar, elemlerle dolu o günler geride kalır; iki aşığın kalplerinin bir atmaya başlaması doğanın uyanmasını ve tazelenmesini sağlar. Doğanın insanla olan ilişkisinin, duyulara eşlik ederek kalbin tercümanı olmasının en coşkun örneği bu sahnedir belki de. Seyit’in, yüreğinin derinliklerine kadar işleyen bu görüntü karşısında eline bir fırça almak ve onları resmetmek üzerine derin bir istek ve ihtiyaç duyması da yine belki, bundan kaynaklıdır. Sonbaharın, sert poyrazıyla ve gökyüzünü kaplayan bulutlarıyla birlikte geldiği vakit; Cemile ve Danyar’ın sırtlarında bohçaları, üzerlerinde ceketleriyle tren yolu kavşağına doğru gözden kaybolana değin yürüyerek kendi yollarından, aşklarının onları götürdüğü yere doğru gittikleri tasvir edilir. Artlarına bakmadan yürüdükleri bu yolu, acı içinde izleyen Seyit ise en yakınlarına veda ettiğini, çocukluğunun bir parçasının anbean kendisinden uzaklaştığını fark eder. Tam o sırada, Cemile’ye karşı hissettiği o hayranlığın içerisinde ayrıca, masumca bir aşkın saklı olduğunu da fark etmiştir. Günler sonra farkına vardığı bir şey daha vardır ki o da tutkusunun peşinden gitmek için duyduğu derin arzudur; iki aşığın kendilerine yeni bir hayat kurmak için köyü terk etmeleri Seyit’i de cesaretlendirmiştir. Yıllar sonra güzel sanatlar akademisinden mezun olmak için yaptığı bitirme çalışması, uzun zamandır çizmeyi düşlediği bu sonbahar tablosudur. İki aşığın engin ve aydınlık bir düzlükte ilerlediği o an, belki hazan vakti dolayısıyla belki de Seyit’in çocukluğuna veda ettiği zamanı çağrıştırmasıyla, bir tutam hüznü daima içinde barındıracaksa da inancın ve tutkunun bir yansıması olmayı da mütemadiyen koruyacaktır.