Annem minyondu.
Anneme akrep derdim, babama yelkovan. Saatler on ikiyi vurduğunda daha mutlu bir aile olurduk.
Pazar kahvaltılarını mutfak kapısının önüne çekilen kurdeleyle selamlardık. Kurdeleyi o aynı şarkıyla kesip merasimi başlatan annem olurdu. Babamı da çay mı, kahve mi kararsızlığına kas yaptırırken bulurduk,
her seferinde taç yapraklı çay kazanırdı.
O pazar sabahı bir gürültü koptu,
Yedikule zindanlarından atlılar geldi, nallarına başka coğrafyaların izlerini, hikayelerini sürükleyerek.
Mataradan adımı içireceklerdi, ben içtikçe de onların adıma olan susuzluğu dinecekti. Yüzlerine baktım, hayallerimi usulca ceplerine sıkıştırdım.
Sonra biraz Pierre Loti’nin sırtında geçmişe bir girizgâh yaptık; atlılar, ceplerdeki potluklar, ben ve sırtımdaki kuş tüylerim. Onlar tüylerime atın yelesinden düğüm çalıp sabrımı örmeye çalışırken, ben de kurdeleyi anlattım onlara, annemin bize söylediği şarkıyı mırıldandım.
Bir şey anlamadılar...
Yedikule zindanlarından atlılar geldi,
geçti.
Uyandım.