Kocasından kalan eşeği etrafta yoktu.

Fatma teyze yaşlıydı. Suratında fırtınalı bir ifade yer edinmiş, çatık kaşları olabildiğince uzundu. İnce dudakları kırış kırıştı. Sabah dereden su çekmek için ahıra, eşeği yoklamaya gittiğinde, kendini karşılayan sessizlik karşısında daha da çatmıştı kaşlarını.


Akşam bıraktığı samanlar olduğu gibi duruyordu. Eşeğine seslendi. “Rıfkı!” cevap yoktu. Sabahları Fatma teyzeyle dolaşmayı severdi. İpe bağlama gereği duymamıştı hiçbir zaman. Kocasına sadık olduğu kadar kendisini de sayardı.


Fatma teyze samanlıkta gözüne çarpan bir şey gördü. Yavaş adımlarla yaklaştı, eğildi, belinden yükselen sesi umursamayıp yerdeki şeyi aldı. Bu, eşeğinin boynundaki tasmadan geriye kalan şeydi. Birisi ahıra girip eşeğini çalmıştı. Bu barizdi. Kocası olsa duvarda asılı çiftelisini kaptığı gibi köye iner, Karalılar denen o namusuz herifleri tek tek vururdu. Oldu olası aralarında hep bir husumet olagelmişti. Fatma teyze de buna yordu. “Kesin o puştlar çalmıştır,” dedi kendi kendine.


Eşeğini pek sevmezdi. Eşek, çok ses çıkartır, eve girmeye çalışır ve bolca da sevilmek isterdi. Fatma teyzenin buna ne enerjisi ne de isteği olurdu. Bu görevi hep kocası üstlenmişti. Ancak eşeğin yokluğu da ruhunu daraltmıştı. Hiç böyle bir şey yaşayacağını tahmin edemezdi. Eşeği yoktu. Kocasından kalan son şey, çalınmıştı.


Fatma teyze sinirlendi. Karnı zil çalıyordu. Bir şeyler atıştırması gerekti. Ahırdan çıkıp kesik tasmayı etrafa fırlattı. Su kâsesini alıp nehre gitti. Kuşlar baharın şenliğiyle şarkılarını, ezgilerini paylaşıyordu. Hava açıktı, güneş utanmaz birisine bürünmekte bir sakınca çekmeden tepesinde dikiliyordu.


Fatma teyze kâsesini nehre soktu. Parmakları suyun altında buz kesti ama aldırmadı. Kâseyi doldurarak beline vurup evin yolunu tuttu.


Bahçeden domates ve biber kopardı, mutfağa giderek kendine yumurtalı bir kahvaltı hazırlayıp yedi. Tadı iyi değildi ama berbat da sayılmazdı. Gülümsedi. Kahvaltıyı hazırlayan hep kocası olagelmişti. Sıcak sütünü hazırlar, binbir çeşit şeyler donatıp kendisini uyandırırdı. Malzeme az olsa dahi yaptığı en küçük şeyin tadı bir başka olurdu. Ama Fatma teyze, kocası şımarmasın diye hiçbir zaman yemeklerine övgü dizmezdi. Lakin yemek yerken memnun surat ifadesinden anlayacak kadar da zekiydi kocası.


Kahvaltısını bitirdikten sonra çalınan eşeği için bir şeyler yapmalıydı. Kocasından kalan eşeğin değeri büyüktü.


Kocasının sandığına gitti. Açıp içindeki elbiseleri bir kenara koyarak sakladığı tütünü çıkardı. Eliyle sarıp şömine karşısına gitti, bir köz yardımıyla tütünü yakıp otlandı.


Kocası gibi yapacaktı. O yumuşak adamın zamanı geldiğinde nasıl sert birisine dönüşeceğini hatırladı. O yüzden sevmemiş miydi? Kendisi de damarına basıldığında gözü hiçbir şeyi görmezdi ve o eşek onun için fazlasıyla değerliydi.


Salona gidip duvarda asılı silahı aldı. Kabanını giydi, çizmelerini çekti ve silahın sırtına atıp köye doğru yol aldı.


Yol uzundu, yorucuydu, güneş arsızdı ama öfke hepsinden daha ağırdı. Fatma teyze zar zor nefes alarak köye inmişti. Bunun için yaşlıyım, diye söylendi. Ama ne yapacağını biliyordu.

Köy, altı evden oluşan küçük bir yerdi. Herkes birbirini tanırdı. Nehrin kenarına inşa edilmiş, çiftçilikle geçinilen, Tanrı'nın unuttuğu bir yerdi. Etrafta çocuklar güneşin tadını çıkara çıkara koşuyorlardı. Kadınlar kapının önünde çöreklenmiş, çamaşırlarını asıyorlar, dedikodu yapıyorlardı.


Fatma teyzenin gelişiyle köydeki ses kesilmişti. Çocuklar bile bu duruma şaşırmışlardı. Dağda yaşayan cadı, diye uyarmış olmalıydı anneleri. Kendisine "Cadı" denmesini umursamıyordu Fatma teyze. "Ters doğan bir çocuk olduğunda bu ödlekler nasıl da kapımı çalıyorlar ama!" derdi hep kocasına. Kocası ise poposuna şaplak atıp “Evet haklılar, sen benim Cadı'msın,” diye takılırdı.


Fatma teyze hiçbirine aldırmayıp Karalıların ahşap evine doğru ilerledi.


Biri, “Silahı var,” dedi. Fatma teyze hiç oralı olmadan adımlarına devam etti. Yavaş yürüyordu. Sırtı ağrıyordu, biraz da kamburdu ama onu görenlerin gözleri, korku ve endişeyle parlamıştı.


“Dışarı çıkın ödlekler!” diye bağırdı Fatma teyze Karalıların evinin önünde. Şimdi herkes olacakları izlemek için merakla toplanmıştı. Kadınlar, annelerinin eteklerinin arkasına saklanan çocuklar heyecanlıydı. Adamlar ise elinde tırpanlarla gelmiş, terli terli dikilmiş, ne olduğunu anlamaya çalışırken karılarından bilgi almaya çalışıyorlardı.


Kapı açıldı. Genç bir delikanlı dışarı adım attı. Sakalı yeni uzamış ve bundan oldukça gurur duyan bir edayla “Ne istiyorsun Cadı!” diye haykırmıştı. Köyde fısıldaşmalar dalga gibi yayıldı.


“Ne istediğimi biliyorsun velet, sen değil, anan denen kançık gelsin.”


“Annem hakkında ne dersin sen!”


Fatma teyze hiç oralı olmadan yavaşça elini sırtına atıp belindeki çifteliyi indirdi. İki eliyle kavrayıp çocuğun kafasına nişan aldı. Yaşlı olmasına rağmen eli titremiyordu. Kocasıyla evlendiği ilk günün şafağında, güzel bir seksten sonra ormana inip bir geyik avlamıştı.

Çocukluğundan beri silah kullanmayı iyi bilirdi. Kocasına da öğretmişliği vardı.


Çocuğun o sert erkeksi suratı bir anda kireç gibi bembeyaza çaldı. Dilinden çıkan kelimeler yalpaladı. “Kafayı mı yedin sen...”


“Sorumu ikiletmeden çağır anneni.”


“Anne!” diye bağırdı eve doğru. Kapı tekrar aralandı. Yaşlı bir kadın ve kucağında eniği ile kırmızı şallı annesi dışarı çıktı.


“Yine ne istiyorsun ihtiyar?”


“Ne istediğimi gayet iyi biliyorsun. Eşeğim nerede?”


“Burada eşek falan yok. Senin ihtiyar eşeğini de kimse istemez zaten.”


Köydeki ahali yine seslerini yükseltmiş, olacakları merakla izliyordu. Korku, yerini gizemli kelimelere ve ardındaki gerçekleri arayan gözlere bırakmıştı. Çocuklar annelerinin eteklerini çekiyor, kocaları ne olduğunu öğrenmek için kadınlarından bir şeyler duyma umuduyla kafalarını eğiyorlardı.


“Eğer ağzından bir kelime daha yalan dökülürse, sakalı çıkan çocuğuna veda et,” dedi Fatma teyze. Silahının dipçiğini gerdi. Herkes nefesini tutmuştu. Bir cadıyla uğraşmak her yiğidin harcı değildi. Erkekler susmuş kadınlar ise çocuklarını koruma edasıyla geriye çekmişti.


Kırmızı şallı Karalı'nın, korkuyla gözleri büyüdü. “Tamam Allah'ın cezası... Kocanın bize borcu vardı. Gecen bahar mahsulleri kara çalınınca bizden borç para aldı, biz de eşeğini aldık.”


“Benden borcunu isteyebilirdin.” Fatma teyze bunun doğruluğunu kabul etti. Ah o aptal kocası yok muydu, nasıl da gururlu ve salaktı. Yağmur tüm mısırlarını yok ettiğinde gidip düşmanından para alacak kadar salaktı ve Fatma teyzeye tek kelime etmemişti. Gidip mezarına işeyeceğim, diye kendine söz verdi.


“O eşeği istiyorum, borcunu öderim ama o eşek benim,” dedi. Silahın namlusu hala çocuğun üstündeydi.


“Çok geç, kocam şehre inip satmıştır bile. Şafakta yollandı şehre.”


Fatma teyze, köylülerin alaycı fısıldamalarını, kırmızı şallı orospunun kibirli yüz ifadesini ve korkuyla bakan çocuğun aptal suratından çok, kocasının kendisine söylemediği sırına kızmıştı. Tepesi fena atmıştı.


Silahının namlusunu indirdi. Yürümeye başladı. Karalıların evinin yanındaki ahıra doğru yollandı. Silahının namlusu yere bakıyordu. Herkes merakla nereye gittiğini fısıldarken, kırmızı şallı kadın Fatma teyzenin niyetini anlamıştı. Haykırdı; “Hayır, buna cesaret edemezsin!”


Çok geçti. Fatma teyze yere bakan silahının namlusunu kaldırıp ahırın içine girmişti. Köylülerin ve herkesin kabul ettiği, köyün en güzel ve gözdesi olan siyah inci karşısındaydı; at ahırın içine giren gün ışığıyla aydınlandı, siyah yelesini savurdu. İri ve tertemizdi. İnci gözleri Fatma teyzenin üstündeydi. Tüm o ihtişamlı kasları ve duruşuyla insanın nutkunu kesen bir güzelliğe sahipti.


Fatma teyze dipçiği çekip ateş etti. Atın, anırmaya fırsat bulamadan kafası parçalandı. Şallı kadın haykırdı, gözyaşları aktı, sakalı çıkmış çocuk şokla çivi gibi kalakaldı. Köy ahalisi ise çığlık attı. Çocuklar ağladı. Adamlar korkuyla karılarının arkasına kaçışırken kadınların dizlerinin bağcıkları koptu, yere yığıldılar.


Fatma teyzenin siniri dinmişti. Beli ağrıyordu. İkindi uykusu gelip geçmişti bile. Tüm bu saçmalıklarla uğraşmak için fazla yaşlıydı. Kocasına sövdü. Karalılara sövdü. Evinin yolunu tuttu. Silahı belindeydi.

Arkasında feryatlar ve gözyaşları bırakarak gitti, yürüdü.


Fazla ilerlememişti ki şallı kadın, dedesinin yadigarı olan pompalıyla karşısında dikildi.


“Geberteceğim seni!”


“Devam et,” dedi Fatma teyze.


“Geberteceğim seni!” diye tekrar etti.


Elleri titriyordu. Silahın namlusunun boşluğunu görebiliyordu.


Köylüler araya girdi. Fısıldaştılar. Cadı, dediler. Lanetlenir, dediler. Bırak, dediler. Tek ayağı zaten çukurda, dediler.


Fatma teyze, şallı kadını umursamayıp yoluna, evine doğru emin adımlarla yürümeye başladı. Ne silah sesi duyuldu ne de onu durduran biri. Sadece gözyaşları vardı ardında, fısıldaşmalar, lanetler ve öfkeyle karışık küfürler işitti.


Evine gitmek istiyordu. Kocasının yaptığı sıcak güveci yemek, öpmek ve sarılmak istiyordu.


Neden bıraktın beni, diye fısıldarken yakaladı kendini, neden...