Kız binanın tepesinden kendini bıraktığında kimse intihar olduğundan şüphelenmedi. Düştüğü arabanın üst tarafı içeri doğru çökmüş, kıza yatak olmuştu. Sarı saçlarına düşmenin etkisiyle kan bulanmıştı. Dizlerinin altına kadar uzanan eteği hiç bozulmamıştı; arabanın üzerine serpilmiş gibiydi. Bu garip manzarayı görenler etrafta bağrışmaya başladı. Kadın çığlıkları bebek ağlamalarına karışıyordu. İnsanlar kızın etrafında çember oluşturdu kısa bir zamanda. Kimsenin dediği anlaşılmıyordu.

Genç fotoğrafçı kalabalığı elleriyle ayırarak olaya bizzat tanık olmak istedi. Ön sıraya gelmesi için birkaç kişiyle kavga etmesi gerekti; bazılarıyla sözlü tartışmaya girdi. Ön sıraya geldiğinde arabanın üzerindeki kızı gördü; hiç şaşırmadı. Duygusal olarak zayıf biriydi. Bu hayatının fırsatı olabilirdi. Fotoğraf makinesini ayarladı ve titizlikle olayı çekti.


Olaydan sonra her şey çok çabuk gelişti. Bu fotoğraf ona sayısız ödül kazandırdı. Üniversite kürsülerinde seminerler verdi; hocalık yaptı. Dönemin ünlü dergilerinde makaleleri yayımlandı. Anlattığı derslerde intihar eden kızdan hiçbir zaman bahsetmedi. Onun kim olduğundan bile habersizdi. Bir gazetede gördüğü kadarıyla kız yirmi üç yaşındaydı. Ona göre bu fotoğraf kendisine aitti ve öznel bir çalışmaydı. Kız için sorulan sorulara geçiştirici cevaplar veriyordu. Fotoğrafçılığın altın kurallarını anlatırken şöyle demişti: ’’Hiçbir fotoğraf nesnel değildir. Şu kapının fotoğrafını çekseniz bile bu sizin bakış açınıza göre şekillenir ve anı kaydedersiniz.’’ Şöhret onu çabuk değiştirdi. Kızın fotoğrafı çekmekle kalmamış, bilmeden onun hayatını çalmıştı.


Ruhsal değişimi o gece başladı. Başı çatlarcasına ağrıyordu; karnı da aynı oranda… Annesi ona çorba kaynatıp kendi eliyle içirdi. Adamın başı dönmeye devam ediyordu; sabaha kadar kusmayı sürdürdü. Bu zamana kadar ne kadar acı çekse de ağlamak ona ağır gelmişti; şu an bütün yılların acısını çıkarabilirdi. ‘’En güzel ölüm’’ ismini verdiği, sayısız ödül alan fotoğrafı odasına asmıştı. Kızı her uyandığında görüyordu.


Üniversiteden birkaç haftalık izin aldı. Arkadaşlarıyla buluşmak istemiyordu. İnsanların etrafta gülüp eğlenmeleri onu sinir ediyordu. Gülmek ruhuna saplanan bir bıçaktı. Annesi oğlundaki bu değişimi onun şöhret olmasına yoruyordu. Her gün ağzı susmayan adam şimdi sus pus olmuş, tek kelime etmiyordu.


Annesi emekli öğretmendi. Bütün öğrencilerine çocukları gibi muamele etmişti. Babası iş kazası sonucu hayatını kaybetmişti. O günden beri annesi, oğlunun üstüne titriyordu. Kılına zarar gelmesini istemiyordu. İntihar eden kızın fotoğrafını gördüğünde ‘’Vah,’’ demişti. ‘’Ne de güzel kızmış.’’ Adam bu söz karşısında pek bir şey dememişti; sadece gülmüştü.

Annesi oğlunun bu ruhsal halini ‘’vicdan azabı’’ olarak tanımlıyordu. Olay bundan daha ilerisiydi. Adamın baş dönmeleri devam ediyordu. Birkaç defa doktora gitmelerine rağmen düzelen bir şey yoktu. Üniversite yönetimi ruhsal tedavi için doktor tavsiye etmişti; bütün masrafları üniversite karşılayacaktı. Annesi oğluna bundan hiç bahsetmedi; ona göre bütün bunlar bir anlık oluşan şöhret çılgınlığıyla ilgiliydi. Oğlu deliremezdi. Onu anlamaları lazımdı. Yıllardır kendi canı gibi baktığı çocuğu deliremezdi; buna izin vermesi beklenemezdi.


 ‘’Oğlum,’’ dedi gözü yaşlı anne. ‘’Şöhret, ruhuna ağır geldi. Monoton olan hayatını böyle yaparak fazlaca yordun. İstersen köye git. Doğal ortamda ruhunu dinlendir.’’

‘’Anne, insan ölü bir kıza âşık olabilir mi? Hayır, ölü bir kızın çilesine âşık olabilir mi? Bu kadar güzel ölen bir kız ne çekmiş olabilir? Şu an hepsini ben çekiyorum. Şöhret için kullandığım kızın bütün dertlerini üzerime almak zorunda kaldım. Bunu isteyerek yapmadım; bunlar bana yüklendi.’’


Adam şiddetli baş ağrıları eşliğinde odasının ortasında bağdaş kurmuş, kızın fotoğrafına bakıyordu. Yerlerde kızın intiharına ilişkin gazete kupürleri serpilmişti. Kızın komşusu olaydan şok olmuştu söylediğine göre. Çok sevecen bir yapısı olduğunu, son zamanlarda ise mutsuz insan figürü sergilediğini öne sürüyordu. Şehrin önemli gazetelerine konuşan kızın nişanlısı ise olaydan sonra fenalaşıp hastaneye kaldırılmıştı. Aralarında hiçbir sorun olmadığını iddia ediyordu. Kızın annesi, kızın son zamanlarda sevdiği yazar hakkında epey kitap okuduğunu, son bir haftadır kitaplardan başını kaldırmadığını söylüyordu. Kızın annesinin ortaya attığı bir diğer iddia ise kızının yazarın hayatından fazlasıyla etkilendiğiydi. Yazarın çektiği acıların aynısını kız da çekmişti ve yazar gibi hayatına son vermişti. Kızın günlüğün en sonunda şu cümleler yazılmıştı: ’’Hiçbirimiz kendi hayatımızı sahiplenemiyoruz. Başka insanların hayatını çalmaktan korku duymuyoruz. Herkes kendi aşkıyla başlasa hayata ama sanırım bu mümkün değil.’’


Bu normal intihar vakasını diğerlerinden ayıran bir özelliği varsa bile bu, o ünlü fotoğrafla ilgiliydi. İnsanlar popüler olan bir şeyin üzerini deşmeye fazla meraklıydı. Kimin ölmüş veya delirmiş olması zerre umurlarında olmazdı. Adamın beyni çatlayacak noktaya geldiğinde annesi daha fazla dayanamadı ve onu bir akıl hastanesine yatırdı. Kendi hayatıyla verdiği mücadeleye dayanamayan adam başka birinin çektiği hayata âşık olmuştu. Ismarlama hayat kendi üstüne yakışmadı.

Adam akıl hastanesine yatırıldığında herkes onun deli olduğunda hemfikirdi. Ziyaretlerine genellikle medya muhabirleri geliyordu. Gazetelerine atılacak güzel bir manşet kolluyorlardı. En sevdiği ziyaretçisi, adam hakkında tez yazmak isteyen psikolojisi öğrencisiydi. Her ziyaretinde adamın anlattıklarından çok etkileniyordu. Fazla ileri gittiğinde çok geç olacaktı kız için. Çaldığı hayat bedenine büyük gelecekti. Kız ünlü olmadığı için bir hikâyeye konu olmayacaktı, ulaşmak istediği hayat uğruna unutulup gidecekti.