Can sıkıcı olan ne varsa bugün burada. Şu ağaç yapraklarının kıpırtısında. Köpekli, tombul kadının bir domuzu iğdiş eden yürüyüş hızında. Bir domuz ki; iyi beslenmiş, semirmiş, iyicene şişmiş işte. Domuzlardan irice domuzdur bu. Ne ki, damızlık değildir. Kesilmeli ancak eti çömlekte yağsız pişirilmeli.


Bu parka az evvel geldim. Akça Koca denmiş buraya. Etrafta ne varsa açıkçası, size bildirmeliyim ki, belki belediye başkanı buna alınır da gözlüklerini burnunun ucundan kaldırır, kulaklarının arkasına yatırır ve taranmış saçlarını bir domuzu okşar gibi okşar da "Anlıyorum elbette. Orada derinlemesine bir park vardır. Ve kadınlar. Ve adamlar. Ve dudak şapırtıları. İşte orada, yürüyüştedir. Bunu bilirim. Bütün kalbimle, henüz deşilmemiş, adamakıllı laflarla dibe çökmemiş kalbimle bilirim bunu." der. Der demesine ancak neye varır ki? İri, besili ve adamakıllı kılsız bir siyasacı ile karşılaşsanız, derhal "Ense tıraşını hangi berberde olursunuz?" diye soruverin. Bunu berbercilerin birbirlerini tıraş etmelerinin ardından üç farklı ayna ile kafalara bakma derneğinin hatrına sorun. 


Pekala madem öyle buna son vermek gerekir. Konuşulması anlamsız olana değil şeyler üzerinde bahis oynanmalıdır. Zaten konuşmak, bana kalırsa, şeyler üzerine spekülasyonlarda bulunmaktır. Çünkü dikkatli yanaşıp, burun ucunuzu muhattabınızın dudaklarına dokundurduğunuzda, oradan herhangi bir şeyin çıkmadığını iyice koklamış olacaksınızdır. İşte can sıkıcılık tam da burada başlar. Parkın, şehrin az önceki soğuna karşı dirençsiz oluşunda başlar. Bu park ki, Akça Koca hey! Sen ne öpüşmeler gördün! Ne büyük sevdalar kabukları soyulmuş ağaçlarına kazındı. Oturuyorum işte. Bilerek, isteyerek ve kimseye danışmaksızın geldim buraya. Püfür püfür havanı koklamak için. Kütür kütür aşklarını ruhumda yaşatmak için. Can sıkıcı olmayan ne kaldı? Bilir misin Akça Koca, sanki her yerin kendisine has dokusu, bütün bütün insan üstüne yığılan enerji kütükleri vardır. Diyelim ki bir fabrikaya girdin. Sen girmezsin de, farz edelim ki girdin, kimyevi dev bir ağız gibidir orası. Biliyorum, sen kimyevi ilminden de anlamazsın. Doğrusu ben de anlamam. En çok moleküllerden, yetmezse elementlerden bahsederler. "İşte bunlar insan ırkının ham maddesidir." derler. Öyleyse, bunlar üzerine yatabilmek ne iyidir! Ben en çok, He adlı elementin üzerine yatmayı severim. İlkin He, ingilizce de erkek adıdır. İkincisi ise H harfine oldum olası zaafım vardır. Tüm önemli isimler H harfine eklemlenerek inşa edilmiştir. Mesela Hülya. Hülya, düş veya rüya demektir. Ben buradaysam Akça Koca, sen de oradaysan ve ilerideki domuz iriliğindeki köpekli kadın yürüyüşünü sürdürüyorsa, belediye başkanı da şehrin umacı ve kör çocuklarından habersiz makam odasında maliyet raporlarını incelerken köpüklü kahvesini içimliyorsa, H üzerine spekülasyon yapmamak, bu büyük mutluluğu kaçırmak mümkün müdür söyle? Söyle ki, dünya ağzını açtığında senin yıllarca emek çeken çürümüş bir canavar olduğunu, doğanın insan kalbi için ne anlaşılamaz... Tanrı'm! Ne korkunç şey olduğunu ancak insan budalasının yaşamaktan başka çaresinin olmadığından buna katlanmak, durmaksızın çözüm üreteyim derken kıpırtısız bir can sıkıntısına yenik düştüğünü anlat! Heyhat, heykat ve heycam! Bunlar ki, senin altın kisven için nadidedir. Heyhat, heykat ve de heycam! Gördün mü Akça Koca? H harfinin eklemlenerek oluşturduğu sözcüklerin kesici berraklığını? İnsan bunun karşısında çaresiz kalır. Başka, hafızam beni yanıltmıyorsa Akça Koca, dünya koca bir bulutsa, Hamza. Hamza tabii ya! Hamza ki, gece gibi. Hamza ki, aslan avcısı. Müthiş Akça Koca, şahika! Bir adamdaki bu ünvan, büyüklük bildirgesidir. Dikkatle dinle şunu: Aslan avcısı. Heyçopur, heykumru, heysungur! Vallahi kendimi talihli saymazsam, bu ad ve adın tamlamasını bir fıçı içine doldurup parke taşı üzerinde yuvarlamazsam kendime daha sonra ne derim? Nasıl ekmek bile bulamadığım evde, tokluğa övgü düzerim? Elbette Akça Koca, değil mi ki; insan yemenisini heybesinde taşır da, şu karşıki dağları delmeyi arzu eder. İşte şu bankta, dümdüz edilmiş bir suratla oturuyorken, bakıyorken etrafa hesapsız, -iyi ki bunun vergisini de almıyorlar, iyi ki bakışların hesabı dümdük sorulmuyor- vakit geçiyor. "Dağ delmek, dağ delmek!" diye sayıklamıyor. Doğrusu öyle dünya ki, bak yine bir Hayal, bakışlarının dahi vergisi alınıyor. Elinde jopla gezen posta memuru gördüğü her şeyi ihbar eden tutumuyla yanına geliyor. 


—Hoop! Öyle mazlum mazlum bakmanın cezası on beş kadran! Öde bakalım!

—Ama nedir böyle bakmanın cezası ki? Ben, esir değilim.

—Emir böyle. Demek yasalara karşı çıkarsın ha? Sen ki, pahalı olmayan bir saate benziyorsun. Dur cebimde irice bir saat vardı. Şuna adamakıllı bak bakalım ne görüyorsun?

—Bunun pili bitmiş ama tıkırdamıyor hiç.

—Çok doğru. Bu bilgiyi bu saate bakarak çıkarttığın için cezana yirmi kadran daha eklendi. Öyleyse faturan otuz beş kadrandır. Bir bilgi parçacağının farkı beş kadrandır. Anlıyor musun? Öde bakalım şunu!

—Ne? Bir bilgi parçacağının farkı beş kadran mı? Dümdüz soyuyorsunuz! 

—İtiraz yasak! Ya faturanı ödersin yahut da seni merkez kuvvetlere bildiririm. Bundan sonra yaşama ehliyetine el konulur. Dolayısıyla kim seni gördüğü yerde bir fenalık ederse, seni koruyacak, adaletini sağlayacak bir kurum ardında bulamazsın. Alnına da damga vururuz. EHLİYETSİZDİR diye. Açık mı?

—Ben anlayamıyorum! Siz neler söylüyorsunuz? Bunca şey, ulu Tanrı'm! Bunca şey aklınıza nasıl birdenbire geliverir. Suçluyorsunuz beni. Oysa bakın, bakın şuraya domuz gibi semirmiş iri bir kadın orada, nereden geldiğini bilmediğimiz parası ile dolanıyor. Bakın!

—Haa, sen ikaz edicilerdensin. Bak! Belediye başkanı bir gün herbirimizi konferans odasına çağırdı. İri ve damızlık gibi yapılı bir adamdı. Öyle güçlü ve buğday başağı gibi dimdikti ki, bundan iyisini manavda ve mavrada bulamazdın. Derhal ayağa kalkıldı. Ben ki, herhalde henüz gelmez, bize maval okumaz diye... İşte bak! Şu gördüğün potinlerimi, üzerine giydiğim ipince siyah uzun çoraplarımı da çıkartmıştım. Ayaklarım çıplaktı. Böylesi bir ayağı ne havrada ne de kavgada bulabilirdin. Ben de bu fikrin beni eyleme sürüklemesine izin verdim tabii. Derhal dudaklarımı ayak başparmağıma dayadım. Bir güzel öptüm. Bir güzel öptüm ki, kokusu ve dokusuna vakıf oldum. 

—Affedersiniz! Ne anlatıyorsunuz acaba?

—Ne?! Ben şey, ne anlatıyor mu? Güzellerimden bir ayak ve onun parmak ucunu anlatıyorum. Duymuyor musun beni? Hem de burada, böylesi dingin bir alanda? Doğrusu demin, kadın ile köpeğine bakarak, onlar hakkında bilgi çıkarttın, bunlar tam yüz kadranlık bakışlardır. Ne demeliyim? Önceden otuz beşti, şimdi de yüz var. Bu sabittir ve az evvel kadından sonra bana sonra da potinlerime baktın, bunlarsa on beşerden otuz eder. Yani toplasan yüz altmış beş kadran ödemelisin, işte şimdi, şu an!

—Beyefendi siz neler söylüyorsunuz? Benim aklım almıyor, lütfen gider misiniz? Lütfen gidin! Tanımıyorum bile sizi! Hesapmış, ayakmış! Nedir bunlar, nedir? Ulu Tanrı'm, düşüp bayılmak üzereyim!

—İlkin bayılamazsın. İkincisi ise benim kim olduğum üzerimdeki kılık ve kıyafetten açık. Düpdüzgündürler. Ve bu, bir vazifedir. Seni ıskartadan sıkıştırıyor, kalbindeki niyetleri bilakis çıkartıyor değilim ya? Beni itham ettiğin şey derede balık bile değil. Bu bir vazifedir. Açık mı? Hala anlamıyor musun be adam, borçlusun! Gittikçe de borcun artıyor! Ya öde şu borcunu ya da başka işlemlerle başını vurmak zorunda kalacağım! 

—Off Tanrı'm, ne diyor bu adam? Nelerden söz ediyor böyle? Hiç oralı değilim. Sanki ne demeye geldim buraya? 

—Hayır, derhal borcunu öde!

—Al ulan! Al, lanet ayakçı seni. Son param. Git, hemen git gözümün önümden! 

—Bağırma bana jopu yersin kafana ha! Borcunu öde dedik fena mı ettik. Borçlanmasaydın sen de!

—Lanet gelsin sana da jopuna da. Ne iş bu, ne iştir bu başıma örülür kokuşmuş çorap gibi. 

—Kalk! Derhal kalk! Merkez kuvvetlere götüreceğim seni! Kalk diyorum sana!

—Bırak be, çekiştirip durmasana! Ne diye merkez kuvvetlere götürüyorsun beni? Ne zararım oldu sana? Nedir bu yaptığın? Bırak beni! Bırak diyorum!


İşte böyle Akça Koca. Can sıkıntısına kim iyi gelir bilemezsin. Günlerce düşünür durursun her şeyi. Düşünürsün de eline bir şey geçmez, ince elekten saz edilmez. Bakar körler dünyadadır, öte tarafdan su içilmez. Ben ki gidiyorum artık, serince yoldan üşümeden geçilmez.