Bir koltuğun üstünde alalade bir hırkayla oturuyorum. Bu saatlerin geceye bahşettiği zifiri karanlığına inat ay parlıyor camdan yüzüme süzülüyordu. Akrep üçün üstünde duruyor, içimdeki sızı zamanın acımasızlığına yenik düşüyor yelkovanın olağan hızını yavaşlatıyor. Oysa zaman tüm gücümle koşsam bile yetişemeyeceğim bir hızla akıyor. Elimde sahip olduğum tek şey var, kalemim. Kelimelerin zalimliğini, açtığı yaranın derinliğini, yayından çıktığı zaman geri dönmediğini bilerek tutuyorum kalemimi. Sonu gelmeyen sevgime inat tüm kırgınlığımı, sanki ilk kez hissediyor gibi taze hayal kırıklığımı, dünyayı omzumda taşıyor gibi yorgunluğumu, beynimde düğümlenmiş sorularımı, her şeyi alıp götürüyor. Bazen kelimeler korkup kaçıyor bazen yoruluyor göz kapağımı ağırlaştırıp düşlere daldırıyor bazen de hissettiklerimi niteleyecek kelime bulamıyor. Ama yine de beni yalnız bırakmayıp ete kemiğe bürünüyor benden elimde avucumda ne varsa alan hayatın karşısında dimdik duruyor. Bir gün savaşmaktan vazgeçip terk ederse sonsuzlukta yitip gideceğimi biliyorum. Bir şeye böylesine bel bağlamanın tehlikesini tattım, yıkımının altında ezilmenin ne demek olduğunu çok iyi biliyorum. Korkmuyorum ama, korkuyu hissetmiyorum. Sanki daha önce hiç duyumsamadık ben de hiç iz bırakmamış ya da içimdeki sızı her şeyi sarıp sarmalıyor benden saklıyor. Belki de besleyip büyütüyor zamanı geldiğinde bir yanardağ gibi patlayacak, alevleri sızdığı yeri sağ bırakmayacak. Yine de beni uçurumun kenarına sürükleyen hissizliktense bunu yeğlerim. Belki yakacak, yıkacak ama sonunda sönecek. Zaman rüzgar gibi esecek kışı vadedip soğutacak, izleri buz tutacak. Ama hissizlik canavar olmuş kolları bağlı tam gözlerimin içine bakıyor. uçurumun kenarında konaklayıp düşmemi bekliyor. Ve biliyor ki insanoğlu neye çok bakarsa eninde sonunda ona dönüşür. Belki de çoktan dönüşmüştür.