Karanlık ve mavi beyaz bir duvar. Masa, sandalye, yatak, gardırop, bir ayna ve yerde bir halı. Yirmi beş yıldır aynı acı, aynı sıkıntı. Tavanda yanan sönük bir lamba. Çerçevesi kırılmış bir pencere ve gıcırdayan bir kapı. Hepimiz aynı odanın aynı ağlayanları. Benim yerim belli, önüm kananlık. Puslu kasvetin içinde ufak bir parıltıya muhtaç yaşayan çiçek. Önümdeki pencere ağlıyor. Biliyor, bana yardım edemiyor. Hastayım, karanlıktayım. Yaşamın sonundayım. Hepimiz boğuluyoruz. Muhtacız... Yerdeki tozlu halı, gözleri bile görmüyor onun. Üzerine basan o canavar, hiç gördü mü onu acaba? Fark etti mi onun acısını olsun bir defa? Ya bizi? Ben soluyorum. Ben, ölüyorum. Günde bir bardak su verir bana yalnızca. Sonra oturur sandalyeye. Acımaz ona da. Masa, üzerinde yakar bir sigara. Pencereyi açar. Beni iter ve kakar. Masa, sandalye, pencere, duvarlar ve biz, hepimiz bağırıyoruz, "Artık yeter!" diye. Kim duyuyor ki sesimizi? Beyaz duvarlar. İşte onlar, her şeyi görüp işitiyorlar. Enbson ne zaman boyandılar? Onlar da biliyorlar. Pencere açılınca yüzlerine çarpan rüzgarın acısının getirdiği yalnızlığı. Gardrop, o ise en ağırımız ve karmaşığımız. İçi dolu, konuşamıyor. Kafası karışık, kendini ifade edemiyor. Evet, o da acı çekiyor. Karmaşanın çilesini hissediyor. Peki ya yatak, o da ağırlık taşıyor elbet. Zira canavar, en çok onu yıpratıyor. Gece geliyor, üstüne bastırıyor. Temizlemiyor, bakmıyor. Evet, o da ağlıyor. O da şikayet ediyor. Ama kim duyuyor? Yalnızca ben ve biz... Üzerind eyıpranan kumaşlar. Buna şahit olan duvarlar. Hepimiz aynı acıları çekiyoruz sanki. Ölüyoruz bir nevi. Tavandaki lamba. Akşam yaşıyor bizimle beraber. Gecenin karanlığını görüyor yanan ışıkta tek bir sefer. Sabah ona yabancı. Sönük yanan ışıkları pencerede bir ısı. Sürekli ölüyor ve tekrar diriliyor. Artık Yorulmuş, takati kalmamış belli. O da şikayetçi. Ne bir bakım görmüş, ne de bir sevgi. Kapı, her gün açılıp kapanıyor. Gıcırdıyor, o da sesini duyurmak istiyor. Evet, o da ağlıyor.

Neden bize iyi bakmıyor sanki? Biz ne yaptık ona, bilmiyoruz ki?

En güzel ışıklarda renk verdim onun odasına. Pencere, en temiz zamanlarda aydınlattı bizi gün ışığıyla. Gardırop, çöplerini topladı onun içinde bir başına. Halı, her daim yumuşak tuttu ayaklarını, konuşmadı, ağzını bile açmadı. Masa ve sandalye, üzerinde içtiği ve yedikleriyle hep beklemekte. Sustular, konuşmadılar. Her daim ona huzur sundular. Kapı ona bir yol açtı. Lamba, sünyasını aydınlattı. Duvarlar, ona dört gözle baktı. Görmedi, bilmedi. Bizi umursamadı. Yalnızca yatağı ezdi, halıyı çiğnedi, Masayı ve sandalyeyi kirletti, gardırobu çöp etti, pencereyi kör etti, beni ise perişan etti. Ölüyoruz, Bizi görmüyor. Yapraklarım, bir bir soluyor. Huzur ve sevgi, onlar eskiden bizim içindi. Şimdi kalmadı hiçbiri. Ben, ölüyorum. İşte, soluyorum. Son dakikalarım, son saniyelerim. Son acılarım, nerede son sevinçlerim?

Şimdi bitti. Artık son nefesim de semaya gitti. Akşam geldi, gördü soluk bedenimi. Beni aldı ve camdan aşağı attı. Hiç mi değeri yoktu geçen yılların yani?! Canavarın elinde perişan oldum. Soldum ve helak oldum. Be acımasızmış bu şeytan. Kime kıyacak şimdi bu an? Pencere mi? Halı mı? Yoksa yatak mı? Hangi can, kırılacak, atılacak veya satılacak? Son, ne zaman yerini bulacak? Sen eskimeyecek misin sanki? Yaşayacak mısın sanıyorusun ebedi? Sıra sana da gelecektir elbet. Sıranı bekle, yerini başkası alacaktır elbet.