“Canım aşkım, seni çok seviyorum!”


Gözlerindeki parıltıyı bir yerlerden hatırlıyordum. Çok uzak bir geçmişte açan bir çiçek gibiydi. Tutkuyla devam etti:


“Hep böyle olsan n’olur sanki? Beni o kadar üzdüğüne değdi mi?”


Değmemişti evet… Yaşadığımız onca şeyin, sonunda geldiğimiz bu noktayı düşündüğümde hiç de değmediğini anlayabiliyordum. O ise, sanki bunu bekliyormuş gibiydi. O suskun, karamsar, mutsuz öfkeli ve soğuk kadın gitmiş; yerine kıpır kıpır, hayat dolu bir kor parçası gelmişti sanki:


“O kadar mutluyum ki… Madem böyle biriydin, neden daha önce hiç göstermedin bakalım?”


Aslında göstermiştim, onun dikkatinden kaçmıştı belli ki. Daha önce de onu hiç sesimi çıkarmadan sakince saatlerce dinlemiş; söylediği hiçbir şeye, gösterdiği hiçbir tepkiye ve getirdiği hiçbir talebe karşı çıkmamıştım. Ama nedense bu sefer bana farklı davranıyordu… Bir yakınlık, bir başkalık, bir sevinç vardı tavırlarında:


“Çok üzdün beni, çok… Ama hepsini unutmaya hazırım. Sen benim bir tanecik aşkımsın!.. Bak ne diyeceğim, haydi çıkıp gezelim mi biraz? Hava ne güzel bak!”


Sessiz kaldım. Çıkabileceğimi sanmıyordum. Yüzüme biraz bakınca o da anlamıştı sanırım:


“Ya da boşver, boşver. Ev iyi değil mi? Karnın aç mı? Ne istersin, ne pişireyim?”


Herhangi bir tepki vermedim yine. Bu halim hoşuna gitmişe benziyordu. Bulmaca çözmeye çalışır gibiydi:


“Hımm… dur bakayım, karnın aç değil herhalde senin… Meyve ister misin? Getireyim mi?”

Öylece duruyordum. Sorduğu soruların cevabını kendisi veriyordu:


“Yok, meyve de istemiyorsun anlaşılan. Çay yapayım? Yok, yok sen kahve seversin, kahve yapayım istersen. Nasıl olsun, sade değil mi?”


Gülümsemeye çalıştım ama hiç halim yoktu. Ağır, kesif ve paslı bir yorgunluk vardı omuzlarımda. Tepkisiz kaldığımı görünce karar değiştirdi:


“Kahve de istemiyorsun sen anladım. Ne istiyorsun peki?.. Yorgun musun masaj yapayım mı?”


Masaj falan da istemiyordum. Dinlenmek istiyordum sadece. Uzun, deliksiz, rahat ve huzurlu bir uyku ne güzel olurdu şimdi… Ellerini omuzlarıma uzatırken durdu. Canını bir şey sıkmış gibiydi:


“Dur bakayım!.. Yoksa hasta mısın sen? İyi görünmüyorsun, neyin var aşkım?”


Neyim olduğunu bilmiyordum. Tek bildiğim çok yorgun olduğumdu. Parmağımı kımıldatacak halim yoktu. Durumumdan kaygılanmaya başlamış gibiydi:


“Neden söylemiyorsun neyin olduğunu? Bir yerin mi ağrıyor? Soğuk falan mı aldın yoksa? O kadar da söyledim terleme fazla diye, bak gördün mü olanı şimdi!.. Doktora gidelim, dur elbiselerini getireyim hemen.”


Doktora falan gidecek halim yoktu. Zaten doktorluk bir şeyim de yoktu ki… Yerimden kalkmadığımı görünce üstelemeye başladı:


“Noldu, neden duruyorsun öyle?.. Endişelendiriyorsun beni…”


Birden sustu. Sessiz geçen birkaç saniye kopacak fırtınayı haber veriyordu:


“Sen, sen beni sevmiyorsun! Susmandan belli!.. Sevmiyorsun beni!.. Sevsen böyle yapmazsın, soru soruyorum cevap bile vermiyorsun, senin için nasıl endişelendiğimi görüyorsun, kılını kıpırdatmıyorsun! Sevmiyorsun işte!”


Bir şey diyemiyordum. Söylediklerini düşünüyordum. Ağlamaya başladı. Öfke ve çaresizlik içindeydi, bu kaçıncı dejavuydu acaba?.. Birden üzerime doğru yöneldi:


“Başkaları bir şey istediğinde koşa koşa yardımlarına gidiyorsun, benden başka herkesle ilgileniyorsun!..”


Sesi yükseldikçe gözyaşları da artıyordu:


“… Beni sevmiyorsun, benden başka herkesle, her şeyle ilgileniyorsun… Kendimi ihanete uğramış hissediyorum! Anlıyor musun? İhanete uğramış hissediyorum kendimi!..”


Ellerini boğazıma uzattı, iki yandan kavradı, sıkmaya başladı:


“… Sevmiyorsun beni! Neden ha? Neden sevmiyorsun? Neden? Sev beni! Sevmelisin! Seveceksin!..”


Boğazımı kavrayan elleriyle bir yandan gırtlağımı sıkarken, bir yandan da sallıyordu. Salladı… salladı… salladı…


İşte o anda kafam kopup yere düştü… Bu kaçıncı dejavuydu acaba?


Yerde duran kafama, daha doğrusu kafamdan geriye kalan, kurumuş ve parçalanmış deri ve saç kıllarının sarmaladığı kafatasıma baktı.


Gözleri sevgiyle doldu.


Az önceki hırçınlığından eser kalmamıştı, bir anda sakin ve sevgi dolu haline bürünmüştü. Kafamı aldı, göz çukurlarımdaki birkaç kurtçuğu temizledi, yeniden omurgamın üzerine yerleştirdi. Sağlam durması için en üsteki omurga kemiğimi çenemin arkasından kafatasımın içine soktu. Boynum biraz kısalmıştı ama olsun, yine de işini görürdüm… Düzgün olduğundan emin olmak için birkaç adım geri gitti, derin bir nefes aldı, gülümsedi:


“Canım aşkım, seni çok seviyorum!”


Gözlerindeki parıltıyı bir yerlerden hatırlıyordum. Çok uzak bir geçmişte açan bir çiçek gibiydi. Tutkuyla devam etti:


“Hep böyle olsan n’olur sanki? Beni o kadar üzdüğüne değdi mi?”