Arayıp bulamamak, bulup aidiyetini kaybetmek ve bunun devamında zincirleme kaza gibi gelen o düşünceler.
Bizler ne olursa olsun bu hayatın içinde hep arayış içinde olduk;
Oyuncaklarımızı aradık önce, karanlıkta kaldığımızda ışığı açmak için anahtarını, yatağın soğuk tarafında birilerini, uyku sersemliğine çorabımızın tekini ve her zaman ait olduğumuz insanları…
Bitmek bilmeyen bir serüven. Tahammül seviyesi yok, dayanacak güç de. Farkındayım ve farkındayız. Belki de bunlardı her şeyi biraz da imkânsız kılan. Sahiden biz imkânsız olana meyilli mi yaratıldık? Yoksa hayatın gri tonları bunu mu gerektiriyor? Dağınığım. Cümleleri bile toparlayamayan bir insan oldum çıktım. Nedendir bilmiyorum, nereye gidiyorum, nerden geldim ve başladım. Bilmiyorum, savunmasız anımda yakaladı beni bu bilinmezlikler. En ücra köşesinde buldum ve sahiplendim.
Hiç kimsenin sizi kurtaramayacağı anlar varmış; elini uzatmalarına rağmen size hiçbir yararı olmayan yardımları. Daha yalnız ve yorgun hissedilen her anda akla gelen, dağlarda at koşturan olasılıklar. Herkesi iyi hatırlamak gibi bir zorundalık yüklediğimiz zamanlar. Hep en güzel ve en iyisine sahip olsunlar diye, suskunluk ektik aldığımız darbelere. Değer miydi? Sorduk mu kendimize? Bunlarda soru mu? Tabii ki sayısızca sorduk ama bu düzende bulunan her şey senden önemli geldi sanki değil mi?
Bazen Ay’a ayak basmışım gibi, bazense bir odanın içinde kalmış gibi ruhani buhranlara sebebiyet vermek konusunda oldukça intizamlı davrandığıma karar veriyorum.
Tozunu yuttuğum dünyada ciğerlerime toprak anayı ekiyorum. Kavgalarım oluyor, dönülmez yollarda bıraktıklarımın sayısı bir hayli çoğaldı. Acısını bildiğim şehirlerin benden nasıl kaçtığına şahitlik ettim hatta. Bir avlu oldu yerlerindeki taşları ezberlediğim. Santim santim ölçtüm bu evrendeki yerimi. Kapladığım alanları iyice oturttum zihnimin kara kutusuna.
Ee kutunun kapağı bir kere açılmıştı. Kutudan birkaç anı fırladı avuçlarıma.
Babamın omuzlarını anımsadım, bir zamanlar en güzel atım olan omuzları. Annemin elleri belirdi hemen peşinden; ilk adımımı attığımda ellerime değen, saçlarıma tarak, yüreğime çiçek eken o eller…
Sonra ilk bayram sabahlarıma koştum; kırmızı pabuçlarıma, siyah eteğime ve beyaz gömleğime… Örülen saçlarıma baktım, şekerlerimi koymak için omzuma asılan çantama… Büyümek ne rezilce bir tutku değil mi? Aynalara hevesle koşamamanın acısını iyi bilirim.
Yaşam ne kısır bir döngü, ne illet bir şey; insanın paçasına yapışıyor dikenli ot misali.
İyiliğin ve kötülüğün vücut bulduğu illerden sınırlara doğru koştum. Nefes nefese kaldığım her duraksamada bunların ayrımını düşündüm. Ben iyi bir insan mıydım yahut kötü bir insan mı? Din insanlarına göre cehennem ateşi benim içindi, kötülük içimde beslenen ve benim büyüttüğüm bir çocuktu. Hayatlarını yaşama gayesiyle yükümlü insanlara göre cennetin en güzel meyvesi ellerime verilecekti, sesi çıkmayan bütün sessizliklerin sesi olduğum için iyilik de ruhumda beslenen bir ihtiyardı. Yaşıma aldırmadan izlediğim çizgi filmler, hayranlık duyduğum atlı karıncalar, parmaklarıma yapışınca yaladığım pamuk şekerler, sanki dünya üzerinde eşi benzeri görülmemiş bir şaşkınlıkla baktığım renkli saçlı kadınlar da beni biraz hayalperest mi yapıyordu?
21.yüzyılın yenik insanları işte bunları tartışıyor canım insan. Bu çağa doğan herkese enjekte edilmiş düşünceler belirliyor senin nasıl bir insan olduğunu ve hangi kaba nasıl sığman gerektiğini.
Şimdi ne önemi var, din insanları ne söylüyor? Özünde iyi olan taraflar bana nasıl hitap ediyor, okuldaki statüm ne? Benim saygımı kim nasıl ölçüyor? Yüzümü, ellerimi benim uzuvlarımı kim yargılıyor? Kıyafetlerimin rengine göre mi insanım? Namusumu açıklık oranıma göre belirleyenlerin sığdırdığı kalıplar kadar mı varım?
Gelenek ve göreneklerinize uymadığım için toplumdan uzak mı kalacağım? Bu hakları sizlere kim verdi? Hepimizin birer mesleği, birer ailesi yok muydu? Sorumluluklarımız sadece bizi ilgilendirmiyor muydu?
Canım insanlar!
Size soracak daha nice sorularım var, lâkin cevapları beni ürkütüyor. Bu yüzden karanlıkları daha çok seviyor ve size reveransımı vermeden sahneden ölesiye kaçıyorum. Kendi doğamda daha elverişli arazilerde yaşam arıyorum. Kirletilmemiş sevgilerle sarmalıyorum açtığınız yaraları. İç sesimle istişarem oldukça gelişim gösteriyor. Gittikçe çoğalıyor iletişimimiz. Sizden kaçtıkça kendime yakınlaştığımı fısıldıyor kuşlar ve ben Kendimle barışıyorum. Gözlüğümü çıkarıyorum ve atıyorum kirlettiğiniz denizlerin en dibine. Sonra tek tek unutacağım bana öğrettiklerinizi. Benim olmayan doğrularınızı, yanlış kabul ettiğiniz davranışlarımı, beni örtbas ettiğiniz hayatın ortasındaki bilinmezlik düşüncelerimi, un ufak edeceğim toz taneleri gibi savrulsunlar diye.
Şimdi; Gülümsemekten çekinmeyin. Korkmayın sevmekten, düşmekten ve inanmaktan.
Korku bileklerinize pranga, hayatınıza iblistir. Şimdi sesi biraz daha açmanın zamanı. İnancınız yolunu kaybetmesin. Hayatınıza bir aralık kapı bırakın ve gelen rüzgârla ferahlayın. Camlar mı açıkmış? Cereyan mı yapmış; bırakın yapsın!
Bundan daha önemli şeyler var. Dünya ciddiyetiyle dönerken anın akışını yakalayın.
Sınırlarınızla, sınırsızlıklarınızı yaratın.
Canım İnsan;
Yargılama hakkını sadece hâkimlere bırakıyorum; sevme hakkını çocuklara. Yetişkinlere boyama kitaplarını, ihtiyarlara dans etmeyi, nefreti yeryüzünde bulunmayan ölülere, mutluluğu ise her anınıza…