Hepimiz, yani sen, ben, karşı komşun, taşrada yiten enişten, pazara gitmeye üşenip arka sokaktaki manava uğrayan annem; hepimiz bu filmiz. Şimdi adını dahi hatırlayamadığım işte şu "bilmem ne kalitede izle" sitelerinden birinde Gişe Memuru için adamın biri şu yorumu yazmış: "Bir buçuk saat tuvalette otursaydım daha çok keyif alırdım". Kimsenin tercihini sorgulama girişiminde bulunmayacağım; zira hacet gidermeyi sinematografik keyfe tercih edenler olmasaydı biz bugün Tolga Karaçelik ve nicelerinin beyazperdeyi alıp da salonumuzun perdesi kadar tanıdık edişinin tadını pek de çıkaramazdık sanki. Ancak benim asıl anlam veremediğim, bir buçuk saat kadar tuvalette oturmak mecburiyetinde kalınan günler de dahil olmak üzere bu lümpen, tahammülsüz ve sıradan insan topluluğunun tüm günlerini alıp da 1 saat 50 dakika içerisinde izlemek; nasıl olur da bu lümpen, tahammülsüz ve sıradan insan topluluğunun ta kendisine keyifsiz ve manasız gelir? Gerçi çok da şaşırmamak lazım. Zira Tolga Karaçelik, başkahraman Kenan (Serkan Ercan) ve kızıştıkları ile, kendine bile yabancı ve bıkkın sürünün anlam vermeye ve değiştirmeye göz ucuyla dahi bakmayışını tüm kasvetiyle önümüze sermiş zaten.


Film bir meteor haberiyle başlıyor. Meteor yaklaşıyormuş, düşecekmiş falan. Kimselerin umurunda değil. Herkes bu meteor haberini fasulye fiyatlarında artışı nasıl izlerse öyle izliyor. Yani film, en başından bağırıyor bize: Ben bu kahrolası, sabit, amaçsız, kuşkusuz, manasız ve tüm coşkusunu yitirmiş insanların, pardon makinelerin içinden geliyorum. Ben, sizim!


Kenan bir gişe memuru. Kart okutup para alan bir makine esasen. Nazım'a selam olsun, ister istemez makineleşen insan neyse, Kenan da o. Yabancı değil yani, bizden. Ödipal kompleks ile bir nebze dahi olsun açıklanabileceğini düşündüğüm Kenan ile babası Hakkı (Zafer Diper) arasındaki rekabet, bana göre Kenan'ın makineleşmesindeki temel unsur. Bugün türlü türlü yapımda tabiri caizse gözümüze sokulan "her şey çocuklukta başlar" muhabbeti Kenan için de geçerli. Annesini çok küçük yaşta kaybettikten sonra babasıyla baş başa kalması ve babasının onu sorumluluk bilincine sahip olacak biçimde yetiştirememesi, Kenan'ı bu her günü aynı çarkın dişlisi haline büründürmüş. Yapacak her şeyi elinden alınmışçasına içten içe hırçınlaşan Kenan'ın öfkesi de babasına bu yüzden. Babasının ona yabancılaştırdığı yaşam gerçeğinin içinde gündüz gözüyle gördüğü hayallere sıkışıyor Kenan. Gene bir gün gişeden geçen aracın içerisinde müşteri yerine babasının hayalini görüp zıvanadan çıkınca da Afar'a tayin ediliyor. Bu noktada Afar sözcüğü "araf" sözcüğünün anagramı olarak da ele alınabilir, İngilizcede "uzak" anlamına gelen "afar" sözcüğünün karşılığı olarak da; ancak ilk seçenek çok daha baskın. Zira Afar, Kenan'ın kendi cehennemiyle sevdiği kadını bulduğu ayçiçeği cennetinin tam ortası.


Sevdiği kadın demişken; Nur Fettahoğlu'ndan bahsediyorum. Kenan'ın babasının eski arabasının aynısıyla yaklaşıyor Afar gişesine. Kenan'ın kadına ilgi duymaya başlaması da bizzat bundan fikrimce. Çünkü Kenan, babasının eski arabasını tamir etmekle uğraşıyor. Yani hayatın ona verdiği ve rutininden farklı olan tek sorumluluk bu. Bu sorumluluğun karşılıksız ezgisi ve yaşama tutunma gayesiyle beraber kadına ilgi duymaya başlıyor Kenan. Her sabah aynı saatte, saat 10.20'de kadını bekliyor. Bu, Kenan'ın belirli bir amaç uğruna yaşadığını hissettiren tek saat dilimi: Makineleşmiş insanın eksik cenneti. 


Son olarak bir de Nurgül (Nergis Öztürk) var. Mahalleden bir kadın, gündüz Kenan'ın babasıyla ilgileniyor. Kenan'a ilgisi var, baba Hakkı da oğlunun Nurgül ile evlenmesini istiyor falan. Film boyunca bir an bile Kenan'ın Nurgül'e ilgisi olduğunu görmedik görmemesine de, tayinine sebep olan hayal Nurgül hakkında müstehcen unsurlar barındırıyor. Dolayısıyla Kenan'ın Nurgül'e örtük ve hayvansı bir isteğinin varlığını, ancak sırf babası da Nurgül'ü onaylıyor diye babasına karşı eylemde bulunmak güdüsünün bu isteğe ağır bastığını dile getirmek mümkün. Yani anlayacağınız, Kenan makinesinin "babanın karşıtını yap" ayarı mevcut. Bu ayar, bir üstünün varlığıyla hiçbir zaman kendi olamamış bireyin "ben de varım, hayattayım" nidası. Bu nida, babanın arabayı satışı üzerine Kenan'ın ağzından direkt babasının yüzüne en sert ve en bilinçli haliyle patladığında ise neticeye mi varılıyor, yoksa her şey o zaman mı başlıyor, yoksa ortada aslında hiçbir şey yok mu, o eve bir çocuk doğmaksızın bu sancı sürdürülür mü, yoksa bu sancı Kenan'a değil herkese özgü mü, evler değişir yazgılar değişmez mi, modern insan modern çöplük mü, para üstü doğru verildi mi, Gago yakında yeni film çeker mi...


Her şeyi alıp hiçbir şey vaat etmeyen bankanın karşılıksız çekidir Gişe Memuru. Modernizmin tam ortasına bostan korkuluğu gibi dikilen tahammülsüz, manaya aç, sevimsiz ve gayesiz insan bedenlerinden korkmayan kargalar cumhuriyetinde bir film işte. Kendinden boşaltmayı kendini izlemeye yeğ gören gözlüklere ihtiyacı olmayan bir kurgu. Gişe Memuru kendini anlattı, biz izledik. Yağlanmak isteyen dişliler bir göz atsın; malum, çivi çiviyi söker hesabı!


-


Baba arabayı sattı. Kenan yegane sorumluluğunu kaybetti. Kenan delirdi. Kenan normalleşti. Kenan makineleşti. İnsan durdu. İnsan baktı. İnsan vardı. Meteor düşmedi. Düşseydi de ne olacaktı? Tolga çekti. Sen izledin. Ben izledim. Sahi, Afar'daki kadının adı neydi?


trrrrum,

trrrrum,

trrrrum!

trak tiki tak!