Kızılı dağıldı saçlarından, kızıl örtüsü saçlarının. İçinde döndü rüzgarın... Yalpalandı, yalpalandı... Saç tellerinde yaşattığı hayat Cankız'ın, güz kokulu toprağa karıştı. Etin kemikten ayrılışı gibi düştü aşağılara, daha da aşağılara, yeryüzünün bin kat altına, kendi omuzlarından. Yalnız başına uyurken gördüğü kabuslar... Çöpe atmalıydı belki de kendisine kabuslar gördüren yastığını, kimsesiz yorganı ve altında suya düşmüş hayallerini gizlediği, kırık umutlarını biriktirdiği karyolasını.


Kızılı dağıldı saçlarından, kızıl örtüsü saçlarının. Gözleri boşluğa düştü Cankız'ın. Pus kokulu bir otogarda yere basıyor nasır tutmuş ayakları. Her gün kocaman, parlak farları olan otobüslere bakıyor, bekliyor, bekliyor... Bavulundaysa kendisini kendi varlığından -kokuşmuş, köhne varlığından- içinde dünya kadar büyük bir boşluğu taşıdığı göğsündeki yuvadan, haşerelerin yiyip bitirdiği yüreğinden uzaklaşacağı ümidi, katlanmadan tepilmiş, eski püskü elbiseler gibi duruyor. Etrafındaki insanlara bakıyor Cankız, yaşlıca bir adamın peronların başındaki bankta otururken gelecekte sürünerek öleceğini bile bile yaktığı sigarasına... Kırmızı şişme montlu, sarışın, küçük bir kızın, annesinin ellerini sıkıca tutup belki çok uzaklardan gelen yolcu babasını ağzında küçük bir tebessümle sabırsızlıkla bekleyişine... Garda başıboş bırakılıp gidilen mavi, pembe, sarı bavulların yolculuk telaşına ve büyük harflerle yazılan "bay/bayanwc" tabelasının altındaki küçük kulübede elinde bozuk paralarla uyuyakalmış adama... Etrafındaki insanlara bakmaya devam ettikçe bulanıyor midesi, karnına ağrılar giriyor, şu küçücük otogardaki insanların bile birbirinden ne kadar ayrı, ne kadar yabancı, ne kadar ilişiksiz olduğunu görüyor. Kış rüzgarları suratına üşüşüyor ve burada durmuş beklerken nereden geldiğini, nereye gideceğini unutuyor. Aklı bulanıyor, kafasındaki şehirler karışıyor. Kaç tane şehir değiştirirse değiştirsin hayatın bir sabah uyandığında mucizevi bir şekilde düzelmeyeceğini, kesik bileklerindeki yaraların kapanmayacağını, yüzünde taşıdığı kırışıklıkların, yaşanmışlıkların silinmeyeceğini biliyor. "Şehirler, şehirler, ah şu şehirler!" diyor Cankız. İnsanın başka bir insandan kilometrelerce öteye gitmesine olanak tanıyor da bu yollar, kendisinden kaçmasına imkan vermiyor. 


Kızılı dağıldı saçlarından, kızıl örtüsü saçlarının. Şimdilerde yabancı bir adamın kokusu sindi üzerine Cankız'ın. Keskin dudakları Ali'nin, kadının hızla çarpan yüreği, loş bir oda, loş, sarı ışıklı bir oda, Cankız'ın teni, Ali'nin elleri, vücutları birleşti, hücreleri iç içe geçti. Çocuklar doğurdu Cankız, geleceği olmayan çocuklar, yahut olabilir miydi? Durmadan dönen ve döndükçe insanı kendisiyle birlikte yerle bir eden dünyanın içinde, sağlıklı çocuklar yetişebilir miydi? Ana babasının ruhunu kemiren ''varoluş hastalığı'' o çocuklara da geçer miydi? Peki ya iki insan birbirine ne kadar yakın olabilirdi? Mesela yağmurlu bir günde kendisiyle tesadüf eseri denk geldiği Ali, ela gözlü, kumral saçlı, bitirim bir adam olan Ali, aşık olduğu, aşık olduğunu sandığı, kendisini koynunda bulduğu, ona baktıkça Cankız'ın içinin gittiği, eridiği, eridiği ve mum ışığına benzer bir alevin midesini yakmasına sebep olan Ali. Sıcacık teniyle Cankız'ı sarıp sarmaladığı gibi, ruhuna da üşümesin diye kalın battaniyeler örtebilir miydi? Vücutları birleşen ve birleşen, yanan ve yanan iki insan, birbirlerine hem çok yakın olup hem de çok uzak olabilir miydi? Cankız'ın üstünde yürüdüğü taşlı yolları, ayaklarını kanatan dikenli otları, sırtına yediği kalın bıçakları hisseder miydi Ali? Hayır, hissedemezdi. Yanılmıştı Cankız. İki insan bir müddet yakın olunca dünyanın onlar yan yana geldiği sürece daha iyi, yaşanılası bir yer olacağını düşünmekle hata etmişti. Cankız'ın daha küçücük bir çocukken ölmek istediklerini, öldürmek istediklerini bilmezdi Ali. Yaşamak ağrısının paramparça ettiği uzuvlarını... "İki insan aynı yatakta yatar da," dedi Cankız, "biri işe gitmek için kurduğu alarmın sesiyle uyanırken, öteki sabahları ıstırapla öten kuşların göğüs kafesine sapladığı acıyla açar gözlerini. İki insan aynı evde kalır da," dedi Cankız, "biri o evi kendisine yuva yaparken, öteki duvarlara baktıkça anlar, kendisine hiçbir çatının yuva olamayacağını yeryüzündeki."


Kızılı dağıldı saçlarından, kızıl örtüsü saçlarının. Ellerinde yüz yirmi beş tane hap var Cankız'ın. İlaçların hepsini mi içse, yoksa deli fırtınalar onu yedinci kattan aşağılara, toprağın bile en altına, inatçı bir ağacın sarsılmaz köklerinin olduğu yere mi itse? Hayır, hayır, çığlıklar ata ata kulaklarını kesse, o kulakları duvara bir tablo gibi çivilese. Duyduğu tüm küfürler, yalanlar, vaatler, umut dolu sözler duvarın içine içine gömülüp acı acı inlese. Oysa gözlerini Cankız, oysa gözlerini, oysa, oysa, sonra oyduğu gözlerini ipe geçirip tesbihler yapsa. O tesbihleri de gizlice camiye koysa. Dindarları korkutsa, imamı korkutsa, Allah'ı korkutsa! Öldürse kendisini Cankız, kalabalıklar gelse mezarına, hayattayken kendisini yapayalnız bırakan kalabalıklar, iki yüzlü insanlar... Dualar okusa, dualar okusalar bağışlasın diye Allah Cankız'ı, kendini öldüren bu günahkarı. Allah'sız Cankız'ı. Ahlaksız Cankız'ı. 


Kızılı dağıldı saçlarından, kızıl örtüsü saçlarının. İçinde döndü rüzgarın. Yalpalandı yalpalandı... Saç tellerinde yaşattığı hayat Cankız'ın, güz kokulu toprağa karıştı.