Hayatta kalabilmek için öldürmeliydi, tam da kendisini.


Öle öle ilerlenen bilgisayar oyunlarını bilir misiniz? Sözünü ettiklerim daha eski oyunlardandır. Sonra yenileri de çıktı tabii. Telefonlara bile düştü. 


Birden çok canla başlarsınız oyuna. Ekranın üst köşesinde genellikle oyun karakterinin yüzü vardır ve onun hemen yanında “x3, x4, x5…” yazar. O kadar canınız vardır, o kadar ölme hakkınız. 


Siz olsanız hangisini yeğlerdiniz? “İki canım kaldı.” demeyi mi, “İki ölme hakkım var.” demeyi mi? Yaşamı vurgulamayı mı seçersiniz, ölümü mü? Bardağın dolu-boş tarafı gibi mi oldu? Bardağa bakışınıza bakıp ne olduğunuzun söylenmesinden hoşlandınız mı peki? İnsan denen karmaşık psikolojik yapının su bardağına sığdırılmasını yadırgadınız mı? Yoksa kullanımı kolay bir test gibi mi gördünüz? Peki siz bardaktan yola çıkıp başkalarına iyimser ya da kötümser olduklarını söylediniz mi hiç? 


Bir miktar suyla dolu bir bardak görüyorum. Hayat gibi. Hiçbir dolu hiçbir boşun yerini tutamaz. Hiçbir boş hiçbir doluyla tam dolamaz. İyimsersen ya da kötümsersen yarımsın demektir. Yin Yang’ın sadece beyazı ya da sadece siyahı olursa insan körleşir. Bir miktar su… Bir miktar hayat… 


Neyse oyunumuza dönelim. Görevleri yerine getirirken hata yaptıkça ölürsünüz ve bölümün/aşamanın başına atılır, engelleri yeniden geçmeye çalışırsınız. Önceki denemede takılmadığınız yerleri bu kez daha hızlı geçersiniz, çünkü oraları nasıl aşmanız gerektiğini öğrenmişsinizdir. Takıldığınız yere geldiğinizde biraz gerilir, dikkatinizi yoğunlaştırırsınız. Kolaylaşan engelleri geçmek tat vermez, zoru geçmek keyif verir. 


Bazen de ilginç bir karar verilir. İstediğiniz seviyeye (level’e) ulaşamayacağınızı anladığınızda, rekoru kırmak zora girdiğinde ya da ileriki bölümlerde avantaj sağlayacak bir kazanım elde edemediğinizde bölümün başına dönüp eksikleri tamamlayarak yeni bölüme geçmek için oyun karakterinizi bilerek öldürürsünüz. Evet, ölmesin diye sürdürdüğünüz uğraşı bırakır; bilerek hatalı bir hamle yapar, oyuncunuzun canını harcarsınız. 


Kendimi öldürdüm ben de birçok kez. Evet, gerçek hayatta. Kötü, başarısız, eksik, yanlış, avantajsız, onur kırıcı her süreçte canımı harcadım. Nasıl aranızdayım hâlâ ve bunları nasıl yazabiliyorum öldüysem? Tabii ki bu, ölümden ve öldürmekten ne anladığımız ve anlattığımızla ilgili. Bedenin yaşamsal fonksiyonlarının sonlanması ve adınıza bir mezar taşı dikilmesi ölümün sadece bir boyutu/biçimidir. 


Ad ve soyad, meslek, doğum-ölüm tarihi, dua isteği, bazen de bir iki söz… Bundan ibaretsin. Bundan mı ibaretsin? “Ne varsa doğum ve ölüm arasındaki o kısa çizgide işte.” Bunu ben mi söylemiştim? Sanırım başka biri. Güzel söz. Bir yerde okuyup altını çizmişimdir. Kısa çizgi, kısa hayat… Hayat kısa. 


TDK Yazım Kılavuzu, kısa çizginin kullanıldığı yerler, 7. Madde: “Arasında, ve, ile, ila, …-den …-e anlamlarını vermek için kelimeler veya sayılar arasında kullanılır.” İyi de hayat sürekli düz bir çizgide gitmez ki. Zikzaklıdır, inişli çıkışlıdır. Bu yüzden benim önerim, doğum ile ölüm tarihleri arasına kısa çizgi yerine şimşek işareti konmasıdır. Hem zikzak vurgusu var hem de hızlı geçme. Çaktı, söndü. 


Aynı kaynak, 8. Madde: “Matematikte çıkarma işareti olarak kullanılır.” Bu amaçla da kullanılmış olabilir pekala. Doğumdan ölüm çıkarsa kaç kalır? Ne kalır? Hangisi büyük? Yoksa eşit mi? Doğum küçükse sonuç eksi olacak. Eksik kalanlar… Hayatta hep bir şeyler eksik kalır. Olası. Doğum büyükse sonuç artı olacak. Alacağımız var demektir. Hayatta hep bir şeylerden alacaklı kalırız. Eşitse sonuç sıfır. Hiç. Hiçlik. Ölüm hiçliktir. Olabilir. Doğum, ölüm tarihleri bilinmeyenlerin hesabı nasıl olacak peki? Bilmem. Kimse bilmiyor. Tarih kısmına boşuna soru işareti konmuyor. 


Neyse konumuza dönelim. Ölümün de türleri var. Gerçeği, mecazı var. Benzetmesi var. “Susuzluktan ölmüşüm. Su içtim, dirildim. Su hayattır.” Farklı anlamlar yüklenmesi var, farklı bağlamlarda kullanılması var. “Öyle bir ölsem / öyle bir ölsem ki çocuklar / size hiç ölüm kalmasa…” demiş mesela azizim. Herkesin kendince yorumladığı “Ölmeden önce ölünüz.” var bir de. 


Hazırsanız başlıyorum. 


Bir gün, intihar etmeyi düşündüğüm bir gün, evin salonunda tekli koltukta oturuyordum. Karanlık televizyon ekranındaki hayaletimsi yansımama bakıyordum. Ellerim kolçakları sıkıcı kavramıştı. Düşen bir uçakta koltuğa gömülmüş, yere çakılmanın yıkıcı etkisine kendimi hazırlar gibiydim. Avuçlarımın içi yanarak acıyordu. Beni ayağa kaldırıp intihara götürecek olan şeye direniyordum. 


Ortadan ikiye bölünmüştüm. Yaşam ile ölüm büyük bir savaş verirken ben o toz duman içinden bir çıkış yolu arıyordum. Her şeye karşın yaşam içgüdüsü son ana kadar direniyor. Ölmek kolay şey değil.


Neden intihar etmek istemiştim? Saçma bir sorudur bu aslında. Ne söylersen söyle kimse ikna olmaz, doğru bulmaz. “Haklısın, bence de intihar etmelisin.”, “Çok doğru, ben olsam kendimi öldürmüştüm çoktan.”, “Sen kendini camdan at, ben arkandayım.” diyen çıkmaz. İnsanlar her konudaki düşünceye paydaş olabilirler, intihar hariç. Yaşamak, yaşatmak esastır. İleri sürülen sebep; sadece intihar sahibinin bilebileceği, anlayabileceği, ikna olabileceği bir şeydir zaten. Bir de intihar havasını soluyup hayatta kalabilmişlerin. 


Koltukta öylece ne kadar oturduğumu bilmiyorum. Neden sonra birdenbire ayağa kalktım, her yerime kan hücum etti, başım döndü. Bir dakika kadar bekleyip dengeyi sağlar sağlamaz çalışma odasına geçtim, bilgisayarı açtım. Geriye bir mektup bırakmalıydım. Düzeltmelerimi rahat yapabilmek için bilgisayarda yazacaktım. 


Şiirsel bir şey olmalıydı. Basında çıkan öyle mektuplara denk geldim ki kişinin öldüğüne inanmazsın. İntihar numarasıyla ortalıktan kaybolmak için yazılmış gibi durur. Haberlerden topladığım intihar mektuplarından/notlarından oluşan bir koleksiyonum var, oradan biliyorum. Benimkiyse herkesi etkilemeliydi. Bir edebiyat yapıtı olmalıydı. 


İki saat kadar mektupla uğraştım. Beklemediğim bir şey oldu, yazdıkça rahatladım. Üstelik iyi bir yazı olması için uğraştığımdan dikkatim intihardan kopup yazının niteliğine kaydı. Hepsinden öte hafiflemiş, korkumdan kurtulmuştum. İntiharla aramdaki mesafe aralanmıştı. Kıyameti ertelemiştim. Yazdıklarımı okudum birkaç kez. Yazmak, ileride bir tutkuya dönüşecekti.


Ne zaman intihara eğilim göstersem soluğu bilgisayar başında alıyordum artık. Sadece kendim için yazıyordum. Word sayfası en iyi dostum, sırdaşım olmuştu. Kusursuz bir yazı olması için epey emek veriyordum her seferinde. Kendime yazıyordum. Tüm bu yoğun zihinsel etkinlik sonucunda intihar düşüncesi çıkıp gidiyordu aklımdan.


İşte o yazılarda ben aslında kendimi her seferinde öldürdüm. Hepsi de kendime yazılmış birer intihar mektubuydu. Yazdım, okudum, gidip yattım. Ertesi gün uyandığımda başka biriydim. 


Evet, bir insan ne kadar değişebilir? Ne kadar değişebilecekse o kadar değiştim. Hem de birçok kez. Başlangıçta bir rol gibiydi tabii ki hareketlerim. Sözlerim replikler gibiydi. Gecenin dibinde, o zamana kadar olduğum insanı bırakıp gecenin sabahında oldurulmuş yeni insanı yükleniyordum. Üzerime tam oturmayan bir giysi gibi duruyordu başlarda, sırıtıyordu. Zamanla üzerime oturtuyordum, yakıştırıyordum, caka satıyordum.


Yüzde yüz bir değişimden söz etmiyorum tabii ki. O kadarı pek mümkün görünmüyor, en azından ben henüz o orana ulaşamadım ama denemelerim sürüyor. 


Lego gibiydi kişiliğim artık. Bazı parçalar yerinde kalıyordu, bazıları yer değiştiriyordu, bazıları ise atılıp yerlerine yenileri konuyordu. Her seferinde bunun oranı değişiyordu. Beğenmediğim, kullanmaktan vazgeçtiğim, utandığım, sıkıldığım, beni küçük düşüren, aciz bırakan/gösteren, büyük yanlışlara iten, gülünçleştiren ne varsa atıyordum. Yerlerine idealize edilmiş parçaları takıyordum. Bir Frankenstein’dım artık. Onun bedeninde yapılanları ben ruhumda yapıyordum. Ruh ameliyatı.


Bilgisayar oyunlarındaki o karakterlere dönüşmüştüm. Çıkar bir yol bulamadığımda, yürüdüğüm yolu beğenmediğimde, ufukta başarısızlık göründüğünde, düştüğümde, rezillik kaçınılmaz olduğunda, çıkmazlar seçeneksiz bıraktığında, açmazlar hareketsiz kıldığında, batağa saplandığımda, esaslı amaçlarıma ulaşamadığımda, büyük hayal kırıklıkları yaşadığımda, hayatımın renkli vitrinine kanıp içeriye giren kadınlar bir süre sonra arka taraftaki akıl almaz karmaşayı görüp kaçtıklarında, parlak kabuğuma aldanan kadınlar bir süre sora derimin altındaki karanlıkla yüz yüze gelip yine kaçtıklarında, peynire ulaşmak için çıkışı aradığım labirentte kobaylıktan bunaldığımda, toplumsal konumuma yabancılaştığımda, yerimi yadırgadığımda, rollerimden sıkıldığımda, biri beni çember dışına ittiğinde, anlamsızlığa ulaştığımda gecenin en dibinde kendimi öldürüyordum bir yazı eşliğinde. Nedenleri ve sonuçları yazıyor, çözümlüyor, yeni yüklenecekleri sıralıyordum. Bir tür tanı-tedavi işlemiydi bu. Organ nakli gibi, işlevini kaybetmişlerin yerine yenileri konuyordu. Tüm bu eylemler, ıskartaya çıkarılan beni öldürmek ve sonra yeni bir ben yaratmak demekti. 


Böyle anlatınca her şey gerçeküstü, fantastik görünüyor ve akıllara birçok soru geliyor tabii. Böylesi bir değişim nasıl mümkün olabilir? İnsanın çevresi buna ne tepki verir? Hayat rollerle, gerçekte olmadığın bir insanı oynayarak ve üstelik bir süre sonra da o insana dönüşerek (başlangıçta sahte olanı gerçeğe çevirerek) nasıl geçer? 


Evet, bu açıdan bakıldığında olanaksız gibi duruyor ama ben bunu başardım. Gerçek bir intihara yeğledim. Aksi halde gerçekten ölmüş olacaktım. Kendime bir şans verdim, daha doğrusu birçok şans. 


Kurtuluş reçetem olan bu köklü değişim ve dönüşümler bir zaman sonra süreklilik halini aldı. Başka türlüsü mümkün değildi, çünkü istemediğim o lego parçalarıyla yaşamak beni tekrar intihar düşüncesine itebilirdi. 


Sözgelimi duygusallık, duyarlılık bana onulmaz bir yara verdiğinde ve hayat düzenimi altüst ettiğinde bu özelliklerimi öldürüyordum. Sonrasında vurdumduymaz biri oluyordum. Başlarda öyleymişim gibi davranıyordum elbette. Rol bir süre sonra kişiliğime yediriliyor, özüme katıştırılıyor, gerçeğim oluyordu. Bu, sadece bir örnek. 


Bana insanın özel olduğuyla ve kendisini artılarıyla, eksileriyle, doğrularıyla, yanlışlarıyla kabullenmesi gerektiğiyle ilgili çok şey söyleyebilirsiniz. Bunların bende bir karşılığı yok ne yazık ki. Ölerek ilerlemekten başka bir seçenek olmadığını bilmem bana yetiyor. 


Başkalarından farklı olarak benim toprağıma düşen bir damla su sele dönüşebiliyor. Küçük bir taş meteor etkisi yaratabiliyor. Hafif bir rüzgar fırtınaya dönüşüp tüm gemilerimi batırabiliyor. Hayat yolunda herkesin karşılaştığı ve aşmak zorunda olduğu, üstelik de çoğunun aşmayı başardığı küçük ya da ortalama ölçekteki sorunlar bende çok büyük yıkımlara yol açan felaketlerle sonuçlanabiliyor. 


Bir gecede deri değiştirip evden çıkıp hayata karışmak kolay bir şey değildi elbette. Yeni rollere ve repliklere uyum sağlama süreci büyük bir değişim sancısını beraberinde getiriyordu. Kalabalıklardan ayrılıp eve döndüğümde banyodaki o “ayna” acımasız ve ödünsüz kimliğiyle karşılıyordu beni. 


“Gözler yalan söylemez.” sözünün romantizmin yalanından sıyrılıp gerçekliğe geçişi insanın aynada kendi gözlerine bakmasıyla olur. Bu meşhur söz, başkasının gözleri için değil; insanın kendi gözleri için geçerlidir. Hayatta insanın kendi gözlerinden daha doğrucu, daha dürüst, daha gerçek hiçbir şey yoktur. İnsanın asla aldatamayacağı tek şey gözleridir. Kimse gözlerinden kaçamaz. 


O aynada yargılandım pek çok kez. Cezam gerçeği bilmekti. Ağzımda kekremsi tatla yaşadım ama dışarıya belli etmedim asla. Profil değişikliklerime alışma süresi yeniliklerin büyüklüğü oranında değişiyordu. Sonradan eklemlenen ya da içeriği değiştirilen parçaların öze yedirilme süreleri birbirini tutmazdı. 


Bir zamanlar kurtarıcım olmuş fakat zamanla ihtiyacımın kalmadığı ya da tedavülden kalkması gerektiğini düşündüğüm parçalarımı sökmek elbette ki derin acılar veriyordu ruhuma. Zamanında onlara alışmak ve varlığıma katmak için zorlu bir çaba vermiş oluyordum çünkü. Büyük emeklerle büyüttüğüm ulu bir ağaca kendi ellerimle balta vurmaktan farksızdı yaşadığım. Her balta darbesiyle yıkılıyordum kendi üstüme.


Haliyle arkadaş çevrem de belirli dönemlerde değişti hep. Bir süre önceki halimden farklı davranış ve söylemlere maruz kalmak insanların uzun süre katlanacakları bir şey değildi. Hakkımda ne düşündüklerini de tam öğrenemeden uzaklaşırdım onlardan. Beni karakteri yerine oturmamış, sorunlu, değişken, anlaşılmaz, güvenilmez biri olarak görmüşlerdir belki de. Facebook’taki renkli fonlar üzerinde yer alan orta malı psikolojik tespitlerden birini gevelemiş de olabilirler.


Zor olan şeylerden biri de aile üyelerim ve akrabalarımla ilişkilerimi sağlıklı yürütme çabasıydı. Arkadaşlar, sevgililer gelip geçerdi ama aile öyle değildi. Yaşadığım zorlukları ve bunlara karşı kırılgan duruşumu az çok bildikleri için bu değişimleri mecburen kabulleniyorlardı, çünkü ben bunların zorunluluğunu -farklı bir perdeden- anlatıyordum onlara. Az ayrıntı vererek ve basitleştirilmiş bir dille geçiştiriyordum. Minderden kaçıyordum ustalıkla. Kendimi en az açtığım insanlar kan bağım olanlardır.


İnsanların, sevdiklerine (kendilerince) olumsuz bir şeyi konduramamaları, sen anlattıkça aslında öyle olmadığını sana zorla kabul ettirmeye çalışmaları, kafalarında senle hiç alakası olmayan bir “sen” yaratıp ona inanmaları, seni senden daha iyi bildiklerini iddia edecek kadar ileri gitmeleri kokuşmuş bir ikiyüzlülüktü. Romanlarda, öykülerde okudukları; dizilerde, filmlerde izledikleri o sıra dışı özellikleri olan tipleri ilginç bulup seviyorlardı oysa. Hatta zaman zaman özdeşim kurmayı bile beceriyorlardı onlarla ama gerçek hayatta çevrelerinde “uç, aykırı, ayrıksı, ucube” insanlar olmasına tahammül edemiyor; hele sevdiklerinin böyle olmasını asla kabullenemiyorlardı. 


Her şeye karşın bir keresinde özelimi açmıştım. Bir devlet sırrını açık edermiş gibi gerilmiştim, dahası kendime ihanet ettiğimi düşünmüştüm sonrasında.


İki arkadaş ve ben bir kafede otuyorduk. Sohbet dönüp dolaşıp çağın zor(un)luklarına geldi. Biri şöyle demişti: “Bu çağa bir ad verilecek olsa ‘Yetersizlik Çağı’ denmesini önerirdim. Hiçbir şey yetmiyor. En başta da zaman. Bir şeylere özel vakit ayırmak, bir şeylerden geri kalmamak için koşturur gibi yaşıyoruz. Sanki çok çeşitli yiyecek ve içeceklerden oluşan büyük bir açık büfe servisi var ve biz her şeyden tatmak istiyoruz. Birinin tadı daha ağzımızdan gitmeden diğerlerini arka arkaya ağzımıza atıyoruz. Hepsini rahat rahat tatmaya yetecek ne vaktimiz var ne de o genişlikte bir midemiz. Gönüllü ya da gönülsüz uğraşılacak ne çok şey var! Şu insan kopyalama muhabbeti bana çok cazip görünüyor. Kendimi kopyalatıp ne kadar angarya varsa onu bu işlere sürmek istiyorum. Zamanın tamamı bana kalsın böylece.” 


Buna karşılık benim söylediğim “Haklısın, insana bu devirde tek karakter de yetmiyor.” sözü onlara ilginç gelmiş, konuyu biraz açmam istenmişti. Ani bir kararla sırrımı açıklamış, kendimi öldürüp öldürüp yenilememden söz etmiştim ilk kez. 


Önce alay ettiğimi sandılar. Ben gülmeyince itiraz edip böyle bir şeyin mümkün olamayacağını söylediler. İnsan zamanla değişebilirdi ama bu, bilgisayara komut verir gibi olamazdı. Bu çapta bir başkalaşım olanaksızdı. Her şey benim kurgum, kuruntummuş. Dahası kendimi aldatıyormuşum. Konuyu daha fazla uzatmadım. Bir zaman sonra yollarımız ayrıldığında bana hâlâ inanmıyorlar mıydı, bilemem. 


Kendimi kendime anlatırken bilgisayar terimlerini kullanmak hoşuma giderdi. “Güncellemem yüklendi, yeni sürümüm çıktı.” falan derdim. Matrix gerçektir belki de. Ben de sisteme sızıp ayarlarımı özelleştirebiliyorumdur. Kısmen bağımsız bir programımdır. “Gerçek nedir?”


Sır gibi sakladığım bu kişisel tarihimi yazmaya karar verdim neden sonra ve işte yazdım. Belki benim gibi hisseden, düşünen, çıkmaza düşen ve kendisine yol açamayan, yalnız olduğunu sanan birileri vardır diye. Bir yerde bu yazıya denk gelirler, yalnız olmadıklarını anlarlar diye. Çözüm yolları üretmeleri için ilham alırlar. Hayatın kıyısında sallanıp dururken çıkış/kurtuluş yollarını bulabilirler. İntihara çalım atıp yaşamayı sürdürürler. 


Belki bir gün bir yerlerde karşılaşırız. Kim bilir… Bir kesişim kümesinde yollarımız birleşir. Hangi sürümümde denk geliriz bilinmez. Bir süreliğine birlikte takılırız. Sonra ben kaçar.