Çantanın içerisinde dolu şeylerin var, koy elini ara, tırnaklarına değen metali siktir et, toza bulaşmış kitap sayfaları, Tezer’in öykü kitabı, anahtarlık ve bir sürü şey. Parmak uçlarını yalayan bir balık gibi dokunan hayatları sıkıştır o çantaya; gülen insanları, ailesiyle yemek yiyen, adımlarını düzgün atan, birbirine çapmayıp geçinip giden insanları doluştur çantaya. Ama olmuyor dimi, istediğin kadar o zarif parmakların dolanıp dursun çantanın içerisinde, okyanusta havaya dokunan dalgaların ürpertileri sarsın, kuşların sabahları isyankâr neşesini anımsa, atların yelesini ve gürültülü kornaları; aradığını bulamayacaksın. Fermuarını çek ve devam et.
Bak bir bahçe, nasıl da olgunlaşmış erikleri. Okuldan hızlıca kaçtın. Sana laf ettiler. Ağlamak istedin ama sen gülümsedin. Gülümserken utandın, dişlerim sarı, çarpık ve çürük; herkesin dişleri inci benimkisi iğrenç diye sayıkladın, sifonu çekilmemiş bir tuvalet, yüzeyde pislikler ve pislikler birikmiş. Sindin ve kaçmak istedin. Diğerleri gülüyor, bak, nasıl da neşeliler, yeni ojelerini sürmüşler, aynada saatlerce saçlarını taramış anneleri, sevgilileri var, onlara çiçek alan sevgilileri, onlara güzelsin diyen ellerini tutup etrafında çevirip dans ettirdikleri sevgilileri var. Senin neyin var. Çürük dişlerin. Ağlamak mı istiyorsun, sokaklara vurup kendini yalnızlığında parlamak mı...
Erik ağacına bak, dolgun ve sulu. Onları bir hırsız gibi koparmak istedin, belki çantana atıp canın istediğinde kemirmek ama cesaret edemedin; biri ensenden yakalayıp işte yakaladım seni küçük üçkağıtçı demesinden korktun. Hey millet! Yakaladım yalnız olanı demesinden titredin, tüylerin kabardı, tüylerinden utandın, kambur durup memelerini sakladın. Kaçtın oradan. Kaçtın birçok köşeden.
Sen yalnız olan. Kimse sana güzelsin demedi belki, diyenleri umursamadın, kötü sözler ve bakışlarla süzüldün, salyası akan adam, gözlerini dikmekle inat eden amcayı dövmek istedin ama yapamadın. Güçsüz ve aptal gibi hissettin. Eve gittiğinde yemek yiyip ağladın. Gecelerden nefret ettin, gündüzleri tozlu bir kitabın kapağını kapatır gibi hayatından fırlatmak istedin; tekrar aynı yalnızlık; tekrar aynı döngü; sözlerden kaçıp saklanan, sakın sevdiğini söyleme teneffüste arkadaşlarıyla futbol oynayan çocuğa.
Tezer okurdun, Tezer’den yalnızlığına gizlerdin kendini, ne anlardın o kitaptan, bir atlı prens mi yoksa acının başkasında bulunmuş olmasının verdiği vicdan rahatlığı mı? Bak bir tek ben acı çekmiyorum. Ne acılar var ulan bu dünyada mı demek istediğin.
Ağaçları severdin, yağmuru ve vücudunu ürperten soğuğu. Sıcaklık senden uzak dursun, şeytan görsün yüzünü, seni kabul etmeyip kemiklerine kadar sıkan baş ucunda bekleyip uçmanı yasaklayan sıcaklıktan nefret ederdin.
Kimse seni görmedi, kızdın; bir kartal gibi dağlara sığındın ve orada yuva kurdun, sokakları arşınlayıp okuldan kaçtın, insanlardan, aptal suratlardan ve ailenden kaçtın. Kim suçlaya bilir ki seni. Kim bir fare ile dostluk kurduğuna gülebilir, güzellikle donatılmış cümleleri senden esirgedikleri için kim seni affetmediğin için suçlayabilir ki. Sen insansın ne bir aziz ne de bir Meryem Ana. Sadece insan, gizemlerini peşi sıra sürükleyip çantana atan bir insan.
Hikayelerini sıkıştırdın çantana, hüzünlerini ve neşeni, sessizce döktüğün göz yaşlarını biriktirdin çantanda; kimse bulmasın diye diplere kadar iteledin, kimse bulamadı ve sen sinirlendin. Sonra kendin aramaya çıktığında parmakların ıvır zıvırla karşılaştı, bulamadın. Kayboldun.
Işte şimdi çantanı ateşe atıp dans etme zamanı, insanları, o aptal ve kötü insanlarla beraber, içerisinde büyüttüğün ve beslediğin hikayeleri ile ateşe at ve dans et.
Göreceksin güneş daha parlak parlamayacak, bulutlar yine griye çalacak, komşun yine ıslık çalıp çayından yudumlayacak ama aynadaki sen daha rahat nefes alır belki, kim bilir. Ben hiçbir şey bilmiyorum. Ben seni görüyorum. Çıplak ve güzel olanı.