Pek gelişmemiş, bakımsız evlerin çokça bulunduğu bir köy burası. Sıvaları dökülmüş, tuğladan yapılmış evler, duvarları yer yer yıkılmış avlular... Kanalizasyon olmadığı için evlerin atık suları, mahalle arasındaki yolların ortasından akıyor. Köyün girişindeki ilk mahallenin başındaki ilk evde oturuyor Erol ve ailesi.


Erol için tam olarak ''ailesi'' denemez. Erol; annesi, üvey babası ve üvey babasından olan iki kardeşiyle birlikte bu evde yaşıyor. Erol, annesinin ilk evliliğinden. Erol daha bebekken babasının beyninde ur çıkmıştı, yapılan tüm tedavilere, aranan tüm çarelere rağmen bir yıl içinde hayatını kaybetti. Erol ile annesi, dede evine dönmek zorunda kaldılar. Erol'un anneannesi genç yaşta beyin kanamasından ölmüştü. Dedesi ikinci evliliğini yapmış dolayısıyla evde üvey anneanne vardı. Onun da kendi çocuklarıyla kendi düzeni olduğu için kucağında çocuğuyla gelen Gülistan'ı yaşamına sığdırması zor oldu. Eşin dostun önayak olmasıyla başka bir şehirden köye gelip yerleşmiş, odunculuk yapan, hiç evlenmemiş Remzi ile evlendirdiler.


Remzi, başlarda ''Çocuğu kabul ederim, kendi çocuğum gibi bakar, büyütürüm.'' dese de içten içe Erol'dan nefret ediyordu. Erol'un rahmetli babasına olan aşırı benzerliği, Remzi'yi kıskançlık mengenesiyle sıkıyordu. Gülistan'ın eski kocası sanki o evde varlığını Erol'un bedeni aracılığıyla sürdürüyordu.


Dünyaya gelen iki çocuğuna rağmen Erol'a duyduğu nefret, günden güne vahşete dönüşüyordu. Çocukları terbiye etmek için kullandığı, özellikle de Erol üzerinde denediği kalın çapa sapı, oda kapısının kenarında hazır vaziyette bekliyordu.

En son dün akşam sopasını kullandı, eve ekmek alma görevi Erol'undu. Erol, arkadaşlarıyla futbol oynamaya dalmış, hava karardıktan sonra eve girmiş, sofraya oturulunca evde ekmek olmadığı anlaşılmıştı. Deliye dönen Remzi, sopayı kaptığı gibi Erol'u sofradan çekip canına okudu. Küçücük bedeniyle büzülüp küçücük elleriyle başını saklamaktan başka bir şey yapamadı. Annesi her zamanki gibi sadece seyretti.


Erol, evde savunmasız, yapayalnızdı. Annesi korkak, iradesiz bir kadındı, çocukları arasında denge kuramıyor, kendini saydıramıyordu. Ne zaman Erol'u korumaya çalışsa o da dayaktan nasibini alıyordu.


Erol'u korumaya çalışsa bir de diğer çocuklarının derdine düşecekti, bu durumda bir nevi Erol'u feda ediyordu. Erol, dokuz yaşındaki küçücük aklıyla kendince çözüm bulmuş, avludaki evin kuytusunda kalan incir ağacını arkadaş edinmişti. Sabah evdekiler uyurken usulca incir ağacının dibine gidip oturuyor, ağaca derdini anlatıyor, içini döküyordu.


Bu sabah incir ağacının dostluğuna her zamankinden çok ihtiyacı vardı, sopanın vücuduna vurulduğu yerlerdeki acılar, morluklar, bedenine de ruhuna da sonsuz ızdırap veriyordu.


O, ağaçla konuşurken kardeşi Murat'ın kalktığını, dışarı çıktığını gördü. Hemen gidip sabahları onun görevi olan çay demleyip kahvaltı hazırlama işini yapması gerekiyordu, eğer görevini aksatırsa vücuduna yeni morluklar ekleneceği korkusuyla eve girip işe girişti.