"Her şeye değil de yalnızca bir insana duyulan aşkı, kalbimden kovduktan sonra, kalbim koskocaman bir mezarlığa dönüştü. Kalbimin büyüklüğünü ancak o zaman fark edebildim."

---------------------------------------------------

Bir gece, beni seven herkese söz verdim. Ve o gece herkes aldığı sözde, seçtiği sözcüklerde kendimi aradım. Topladım onların bana ait olduğunu düşündüğü parçaları. Ve bu kutsal gecenin sonunda, şafak mavi gökyüzünü yırtıp akıtırken renklerini, kızıla yakın tüm renklerle kaynak yaptım bu parçaları. O sabah geceye son vermek için yatarken kalbime gömdüm bu ortaya çıkan çarpık beni: Soğusun diye. 


Öğlen uyandım ve kalbime vardım. Bu çarpık bedeni gömdüğüm toprağa. Amacım, yatmadan önce planladığım gibi, bu çarpık ben soğuduktan sonra mezarının başında ona ruhunu üfleyecektim. Ancak onu gömdüğüm yere vardığımda gördüm ki toprak kazılmıştı. Çarpık ben yoktu mezarda


Paaaat!


Gözümü açıyorum, ve çamurlu su kaçıyor gözüme. Nemli ve güçlü bir toprak kokusu… Islanmışım ve çamurun içindeyim… Kafamı kaldırmaya çalışıyorum ancak kafamda inanılmaz bir ağrı saplanıyor. Elimle kafamla tutmaya çalışıyorum ve elime çamurla birlikte kafamın arkasını balçıklamış yapışık kanım geliyor. Ben çamurlu birlikte aslında bir su birikintisi içindeyim. Yağmurda, bir mezarın içinde üzerime toprak atılıyor ama mezarın içi suyla dolu biraz da… Ne kadar derin bilmiyorum bu mezar, su yüzünden… 


Sonra her şeyi anlıyorum. Çarpık ben, beni kendi kalbime gömüyordu. Nasıl dirilebildi ben olmadan kendi kendine, hem de kendi kalbimde gömmüşken onu? Bana duyduğu bu öfke nedendi ve niye bu kadar çoktu? Sanki beni sevenlerin bana ait olduğunu düşündükleri parçalar birleşince ortaya çıkan uyumsuzluğun kıvılcımından doğan ateş bu boş bedeni koskocaman bir yangınla doldurmuştu, saf bir öfke olarak. Geç kalınmamış olsa aciz bir ruhun kolayca dirilteceği bu bedeni ancak bu denli fazla bir öfke canlandırmıştı sanırım. 


Üzerime toprak atımı durdu… Yoruldu sanırım…


Bağırıyorum: “Yalvarırım dur! Ne istersen veririm sana ama nolur dur!”



“Senden yalnız bir şey istiyorum.” dedi.

 

“Olur!” dedim


Bir el kolumdan tuttu ve beni aniden yukarı çekip çıkardı. Kolum bu ani harekette acıdıysa da bu güç daha da sarstı beni.  


“Ne istiyorsun?” dedim.


“Kimim ben? Neden acı çekiyorum bu kadar?” dedi.


“Neden acı çektiğini bilmiyorum” dedim “Ama kimsin anlatabilirim” dedim.


Dün geceyi anlattım. 


Uzun süre, yağmura rağmen boşlukta hapsoldu bakışları.


Yana yana mezarın başında ayaklarımızı mezarın içine sarkacak şekilde otururken, bakışları hala boşlukta yağmur damlaları arasında hapolmuşken, kolumu tuttu sıkıca ve bana bakmadan şunu söyledi:


“Şimdi sen de bana bir söz vereceksin.Tutman gereken veya bana ifade hakkı veren bir söz değil. Bana senin içinde sana zarar vermeden kendimi arayacağım ki yani yaşayacağım bir söz vereceksin”


Hala bana bakmıyordu.


“Sana istediğin sözü vereceğim. Ancak senden bir şeye isteme hakkım var mı bilmiyorum ama, şunu bil ki; bana zarar vermemen gerekmiyor, hatta mümkünse, beni rahatsız et. Olur mu?”


Bana baktı, gözlerime, en derinime ulaştı mı bilmiyorum ama ben onun gözlerinde korkutucu derece derinliğe indiğimde, söyledim ona istediği sözü: 


“Her birimiz çok kişiyiz, pek çoğuz, ifrat sayıda kendimiziz. Bu yüzden, çevresini küçümseyen kişiyle o çevreden zevk alan ya da onun yüzünden üzülen kişi aynı değildir. Varlığımızın sömürgesinde farklı düşünen ve farklı hisseden pek çok türden insan vardır” (Fernando Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı)


Tekrar boşluğa baktı uzun süre. Yağmur durmuştu. Kalktı ve yürümeye başladı. Onun arkasından bir daha asla karşılaşmayacağım ama beni hayatım boyunca rahatsız edecek bir düşmanı salma pişmanlığı ancak bir daha göremeyecek oluşuma dair bir seziden kaynaklı bir dostun özlemini şimdiden hissetmeye başalmıştım. 


Biraz uzaklaşmıştı ki bedenini 45 derece ve kafasını tam döndürdü. Bana baktı ve şunu sordu:


“Beni diriltmek için geldiğini söyledin. Mezarımın başında bana hangi sözcükler aracılığyla ruhumu üfleyecektin?”


Ona baktım. Sonra hala mezarın başında oturduğum yerden mezara, mezarın içindeki suya, mezarın derinliğini kestiremeyişime baktım. Elimle dayandığım yerden avcumla bir miktar çamur aldım. Ve elimden çamurun mezara düzensiz, posa posa akışını izlerken cevap verdim ona:


“Hepimiz küçük parçalardan oluşuruz, bu parçalar öyle şekilsiz, öyle farklıdırlar ki birbirlerinden, her biri her an canının istediğini yapar; bu yüzden kendimizle kendimiz arasındaki farklılıklar, kendimizle başkaları arasındaki kadardır.” (Michel de Montaigne, Denemeler, 2.Kitap)