İçimde sağaltamadığım bir huzursuzluk var. Nicedir. Kelimelere döksem diyorum bu huzursuzluğu, oturup ahşap koltuğuma, dizlerimi çekip karnıma ve sıkıştırıp eski klavyemi karnım ve dizlerimden süzülen boşluğa, melodram döksem ortaya yahut inşa etsem. İnşa ve dökmek fiillerine takılıyor zihnim, önce çimentoyu dökersin ya da boyayı tuvale ve bir inşa meydana gelir ya da tablo. Tablo ve bina , ikisi de çok ayrı görünür göze. Biri betondur, soğukça; diğeri sanat sıcacık… Ama ikisinin de başlangıcı dökülmeye dayanır. Tıpkı benim dökülmem gibi, çocukken ve şimdi toparlanmaya çalışmam, iyileşmem, iyileştikçe kat kat çıkmam tepelerce. 


Çocukken kardeşim gözüme bir çatal batırmış sonrasında tek gözle dünyayı görmeye çalışmışım, çok fazla çalışan her şeyin bir gün aniden kendini kilitlemesi gibi diğer gözüm de işlevini kaybetmiş, bulanıklaşmış, flu bir pencere oluşturmuş zamanla. Şimdi dünyayı hatta şu önümdeki bir ayağı sakat sehpayı bile yarım yamalak görüyorum bazen asla görmüyorum. Sehpa, kırık ayağı, pejmürde görüntüsüyle tıpkı bana benziyor. Atamıyorum. Zavallı sehpa, dünyanı karartan bir darbeyle duyundan oldun sonra işte aniden, görmeyen bir kadının dahi acıma duygusuna maruz kaldın.


Evrenin tüm acıma duygularını toplasak bir şişeye hapsetsek -hacmi küçüktür nasıl olsa- ve uzaya fırlatsak, uzaydan sekerek yine evrene ve dahi bizim dünyamıza gelir lanet olası. Bizim dünyamızda lanet şeyleri, duyguları, olayları, kavramları çeken bir mıknatıs var. Altımıza yerleştirmişler bunu bak ciddiyim, yerleştirip fitili ateşler gibi aktif hale getirmişler. Sehpa kırık ayağını az öteye alıyor, öylelikle halıda oluşturduğu pas izini görür gibi oluyorum. Benim dünyamda da kötü şeyleri fark eden bir görü var engel olamıyorum. Eksik gözümle nesneleri mi yazmalıyım, yazayım öyleyse, ne işime yarayacak bu diye sonrasında kafa yorarım. Halı dalga dalga şekillerle ve gök mavisi rengiyle okyanusa benziyor ya da benziyordur geçenlerde ikizim anlattı. Önce çatalı batırdı, görüşüme darbe vurdu sonra da işte "Bak ben görüyorum kardeşim, benim görüşüm ikimize de yeter, tüm betimlemeleri bana bırak" diyerek halıyı yahut göremediğim tüm nesneleri anlatmaya başladı. Halı, okyanusa benziyormuş, öyle dedi, rengi açıkmış, zemin kadar ve yalnızmış, hepimiz kadar. Son söylediğin neden kardeşim, diye soruyorum, estetik olsun, diye diyor. "Estetik çok mühim, geçenlerde bir çocukla tanıştım bana öyle dedi, ben de ona en son okuduğu kitabı sordum, Oblomov dedi, küçükken okusaydın ya dedim ben sonradan görme bir okurum dedi, biraz da tembelsin sanırım dedim, nerden anladın dedi, okumamış Oblomov’u. İsmini çalmış, orada burada satışa çıkarmış." Ne anlatıyorsun? diye sordum ikizime, sıkıldım bu dedim dedili konuşmalarından. Dinlemedi devam etti, ayağa kalkıp kitaplığın yanına geçtim. Dokundum, ahşabın tırtıklı siyahlarında elimi gezdirdim, kokuyu burun deliklerimle yedim. Ben artık burnumla yiyor, ağzımla koku alabiliyor, dokunarak görüyorum ya, bir de dedim kendi kendime şu çok konuşanları ve kuru gürültüleri duymasam. Dur belki olur diye sesleri düşüncemle bastırdım. Aklıma ilk gelen şey: ikiz… 


Hiç abartmıyorum, alemde iki olan her şey biraz tiksinti yaratıyor bende. Kiraz, bir dal ve iki tane küçük kırmızının bende çağrıştırdığı şey bir annenin memesi, ne anlamsız. Tanrı “Yüce anne sana iki meme veriyorum, ikiz doğurursan ikisini de emziresin diye, bak ben ne yüce gönüllüyüm.” demek istiyor. Her şey bir ego meselesi. Ben de soruyorum, “Sayın Tanrı, annenin üçüzü dördüzü ya da teki olduğunda napsın?” Cevap vermiyor, vermez, kibir de en büyük günah aslında. Yerimi değiştirip, pencerenin pervazına dayanıyorum. Bazen iyi oluyor pencereye parmaklarımla şekiller çiziyorum, bir yuvarlak bazen ortasına büyük A ve anarşik duygularımı tatmin ediyorum işte. Pencerede oluşan izler domestik ruhuma zarar vermiyor, göremiyorum ya. Duyular duyuları coşturur, benim coşkunluğum noksan, oh be diyorum. Fazla nikbinim bugün de fazla iyimser. Pencereyi açıyorum, rüzgarın sessiz ürpertisi omuzlarıma dökülüyor, ikizimin sesine maruz kalmamak adına düşünmeye devam ediyorum, ellerim korkuluklarda. Düşmem kolay kolay, ruhum ağır benim. Ruhum yüce ya da affedici mi. Ezik galiba. Karşıdaki sesleri dinliyorum, iki kadın sohbet ediyor, kahveleri de ellerinde muhtemelen. Diyor ki biri diğerine 


“Arif abin geçenlerde elinde çiçeklerle geldi, bu ne dedim, yıldönümümüz kutlu olsun gülüm dedi, 20 senedir kutlamıyorsun kör olasıca bu da ne şimdi dedim kavradı kalçalarımdan havaya kaldırıp iki döndürdü, kız başım döndü, sevinçten mi dönmekten mi ayrımına varamadım da yaşadığım o heyecanla herifi bir güzel dövdüm.

“İyi yapmışsın abla.”

“Niye kız, yazık abine.”

“Değil değil sen beni dinle her akşam bir posta düzenli aralıklarla döv sen Arif abimi.”

“Kız delirdin mi, kıskandın herhalde sen bizi.”

“Ne kıskancam abla, Arif abim seni boynuzlamış, vicdan azabından da gitmiş 20 seneden sonra çiçek almış gelmiş, hiç mi anlamadın.”

“Abooo, doğru dedin, vay başıma gelenler.”


Gözü çıkasıca Arif’e ahlanıp içeri giriyorum, film izlemiyorum, tüm zamanımı kitaplara ayırdım, bu icraatım kör göze parmak sokmak gibi olsa da şimdi şu an ne kadar da insanlardan kopuk olduğumu anlıyorum. Bazen toplumun absürtlükleri ne denli samimiymiş meğer. Kitaplarda Arif ve yediği naneleri bulamazsın ya da Arif abisine teşhisi koyan o genç kızın tecrübelerini bulamazsın işte. Hayatı anlamamamın bir sebebi de kitaplara gömülmüş olmam, Cemil Meriç gibi. Kısmen aynı kaderi paylaştığım okumaktan dıştan görüsünü kaybedip içten zenginleşen bu yaşayan kütüphaneyi sıklıkla hatırlarım. Pencereden uzaklaşıp mutfağa temkinli adımlar atarken “Kitap bir limandı benim için. Kitaplarda yaşadım. kitaplardaki insanları sokaktakilerden daha çok sevdim.” sözü başıma bir ağrı saplanmasına sebep oluyor. Ağrı saplanıyor, bir ok gibi ve saplamaya sebep olan onlarca rutini unutup yalnızca ağrıya odaklanıp bu ağrıyı derhal kabul ediyorsun. Sonuçlar nedenleri unutturmasa tecrübe erken yaşta peyda olurdu.


Sokak ve toplum diyorum rafa uzanırken, bardak incecik diye elimde kırılacakmış hissi yaratıyor ya da ağrının şiddetiyle ellerimi fazlaca sıkıyorum. Bardak elimden kayıp düşmeden az evvel suyu kan dolaşımı ile vücuduma yollayıp böbreklerimin sağlık inşaasına bir beton döşüyorum. Önce suyu bardağa döküyorum, sonra inşa ediyorum, yine yeniden. Halıya düşüp daireler çizen -bence yani- bardak kırılmadan etrafında bir tur atarak mevcudiyetini koruyor. Savunma saldırmaktan yeğdir. Kedini savunur tehlikeleri savuşturursan mevcudiyetin daim olur, yok savunmaz sen de saldırıya geçersen kolunu savurduğun anda gözlerin boşlukta kalır ve adi bir çatalın hücumuyla yenilirsin. Yerdesin. Öldün, ölmedin, dünyan yıkıldı. 


"Dünya nasıl bir temelsiz ki öyle kolayca yıkılıyor." demişti felsefe hocam. Arabesk tüm oluşumlardan tiksintiyle bahseden hocamı bu konuda yanlış buluyordum. Biz insanlar görmeden görmeyiz. Görmeden görmemek. Yaşayamamak gibi. Geçenlerde yine bir arkadaşım bahsetti, halası ölmüş, taziyeye gelenler babasına, “Yeteri kadar yaşadı rahmetli.” diyecek olmuş da babası sinirlenmiş “ablam deniz bile göremedi.” diye başlamış ağlamaya. Görmek mühim abiciğim deyip omzuna yaslanmak, beraber ağlamak istedim o an, sonra geçti o hissim.


Bardağı kaldırıp makineye fırlattım, duvarlara tutunup nesnelerin canı cehenneme, bir bardağı anlatsam ne olur anlatmasam ne olur deyip yatak odasına uğradım. Koridor upuzun, mahsus gibi, duvarları eminim ki şampanya rengi, hiç sormadım bunu, nerde gereksiz şey var onu merak ederim halbuki. İkizim arkamda, nefesini duyuyorum, bu sefer de boğar mı acaba. Ümüğüme çökse savunurum kendimi, tekmeyle ileri fırlatır sonra da bastonumla kafasını defalarca darbelerim. Sinir harbi… Defalarca bıçakladı, kurşun sıktı, indirdi, bunu da hep merak ederim. Bir kere bıçağı saplayınca durursun, naptım ben dersin, çok sinirliysen, şoktaysan hadi ikinciyi de sapladın diyelim hadi üç dört beş ama yüz yirmi bıçak darbesi nasıl bir çığrından çıkmadır. Kolun yorulur. Herkesçe merak edilen o soru beni de çok yoruyor, bilmek istiyorum, ablacım seni yüz yirmide durduran neydi? "Ne bileyim 120’yi 2’ye 3’e 4’e 5’e 6’ya 8’e 10’a 12’ye bölersin ya güzel sayı işte durdum orda artık.” Buna da kafa yordum. Cemil meriç uğraşır mıydı böyle şeylerle. Uğraşmazdı, elit adam, toplumdan nefret ediyor, halka inip onların duygularını anlamlandıramaz. Ben yaparım, kardeşimin nefret duygusunu bile anlayabildim ya, yüce gönül yahut ezik kafa... 


Annem, bizi doğrururken fazlaca acılar çekmiş, kardeşimle aynı karında aynı suyun içinde eğlenceli eğlenceli yüzerken birden su bitmiş, suyu biten anneme ebe çağırmışlar. Kardeşim çıkmış kolayca, ben kordona dolanmışım ya da o bana dolanmış, beceriksiz bir ebenin ellerine doğmuş, fazla kan kaybından annemi kaybetmişiz. Babam, kardeşime sarılıp ağlamış beni atmış bir kenara. Annesini öldürüp kanını içen bebek diye büyümüşüm. Babamın nefreti kardeşime sirayet etmiş, haklı sebeplerle. Büyürken sevilmeyen bir çocuk kendisine saplanan nefret oklarını yerinden çıkarır öper koklar muhatabına geri verir, defalarca saplanan oklar, hak gördüm, gerdim göğsümü "Saplayın ulan ben henüz öllmem dedim, ölecektim fakat. Ödevini yap salak kız, sapla bir ok, fazla ekmek yeme allahın cezası, sapla bir ok, kardeşini örnek al aptal, sapla bir ok. En son işte saplanan acımasız buz gibi dört başı mahmur bir çatalla kör oldum. Gel de nesneleri sev. Nesneler kıvrak, yerinde durmuyor ki anlatayım, nesneler saplanma içgüdüsüyle dünyamı yıkıyor.


“Dünyam yıkıldı hocam, dünya kolay kolay yıkılmaz kızım, yıkıldı hocam bakın bandajın altındakine, o nasıl oldu kızım, kardeşim çatal batırdı hocam, baban nerdeydi o sıra, kardeşim korkudan bayılmasın diye kardeşime sarılıyordu hocam, anneni sen öldürmedin kızım, ben öldürdüm hocam, iyi oldu böyle acım, bir nebze de olsa azaldı.