doğmak, hayatta kalmak ve ölmek... yaşam süresince çekimlendiğimiz fiillerle boğuşur dururuz. gayrete aşık kaderle film şeritlerinden teker teker geçiveririz. sonrası malum... üzerimize atılan toprakla kalakalırız. neden bu düşüncelerle boğuştuğum belli değil mi? çehremdeki buruşmuş çizgilere dokunurken, bir yandan da elimde tuttuğum fotoğraf karesinin uzuvlarımdaki hissiyatı adeta buruşuk çizgilerimi daha da derinleştiriyordu. ipin ucunu kaçırdığım bir yaşam, bundan sonrası için koyu kahve ceviz ağacından yapılmış anı kutusuna sığınan fotoğraf kareleriyle yarım aksak devam edecek gibiydi. hoş, ne kadar sürer o da tanrı’nın lütfu... işte çoğu akşam bu lütfu sırtlanıp sahil kenarına, bu hayatta şahsıma ait tek yer olan bank köşesinde sahil yolunu adımlarıyla flulaştıran insanları seyrediyordum. insanlar, şu sıralar yılbaşı telaşına kapılmış olmalılar ki kiminin tatlı heyecanı gözlerinin parıltısıyla sahil yolunu aydınlatıyor adeta. geçen akşam göz pınarlarımdan süzülen bir ana şahit oldum ki sormayın... henüz yirmili yaşlarını tazeleyen el ele tutuşmuş çiftin heyecanı fotoğraf karelerinde kalan geçmişimi yâd ettirmişti. genç kızın bir yandan koynunda tuttuğu kokina destelerine mutlulukla bakıp diğer yandan da doya doya çehresini öpücüklere boğan genç adama karşılık vermesi tıpkı bir zamanlar suzan ve beni anımsatmıştı. piraye, nasıl nazım hikmet’in; “senin bana nasip olman şahsi hayatımın en değer biçilmez talihidir.” sözüne layıksa suzan da benim şahsi hayatımın paha biçilmez talihiydi.

çoğu zaman mecburi çekimlendiğimiz fiiller ve geçmiş zaman kipleri, hüznün sözlük anlamına şahsımı tanımlasa da eğer hayatta olsaydı suzan, çehremdeki buruşukluğa tebessümle dolardı. hiç unutamam; suzan derken ‘u’ harfini uzatışım tıpkı küçük kız çocuğu edasına büründürürken direkt suzan deyişimde çehresine sinen üzgün bakış yüreğimi sızlatırdı. Yüreğimin sızısı da ancak onu kendime sardığımda kafasının yapboz parçası gibi yüreğime denk gelmesiyle diner, koyu kumral saçlarına sürdüğü kokularsa burnumu şenlendirirdi. tüm bunları yalnızca fotoğraflarımıza bakınca bile hissedememek yeryüzündeki en korkunç akıl oyunuydu. gün geçtikçe belirginleşen kırışıklıklarım dâhi bir zamanlar hayatımda olan birinin yokluğu kadar hoyrat değildi. hele ki bazı anlar sesini hatırlayamamak dünyanın en büyük ihanetiydi. insan, nasıl olur da sevdiği kadının ses tonunu anımsayamazdı? aklım almıyor! bütün bu akıl kamaşmalarının derin bir iç çekmeye karışıyor olması şahsi hayatımın en bedbaht çaresizliğiydi

.