Günümü gün etmek istesem de içimde beni rahatsız eden bazı durumlar vardı. Durumların da bana göre en zoruydu çünkü anlatmak istesem bile anlatamayacağım türdeydi. Durumların özel olmasını hiçe saysam bile anlatmaya dilim dönmeyecek haldeydim. Konuşmaya çalışmam sadece yutkunmaktan öteye gitmiyordu. Bu durumların yanı sıra bir yandan da hayat ara vermeden devam ediyordu. Dünyanın bana göre öbür ucundaki olay bile beni etkileyecek şekilde gerçekleşiyordu. Hiçbir olay veya durum karşısında duygularımın tepkisiz kaldığı olmuyordu. Bunca şeyin arasında yaşanan iyi şeyler de oldukça kısa süreli hatırlanıyordu. Ne zaman ki iyi bir şeyle karşılaşsam “2 Al 1 Öde!” kampanyasındaki ücretsiz ürün gibi kötülük de geliyordu. İyi şeylere bedel ödemeden ulaşmak zorken kötü şeyler hiç bedel ödemeden hatta uyurken bile gelebiliyordu. Uyumaktan da kaçar olmuştum. Uyumazsam kötü şeylerden kaçabileceğimi düşünecek kadar aptallaşmıştım. Kâbus görmekten bıkmıştım.

Evin içerisinde acaba ne olacak diye geçirdiğim bir günün son çeyreğine girmiştim. Akşam yemeğini yedikten sonra havanın da yavaşça kararmaya başlamasından dolayı daha da sıkılmaya başladım. Yemeği çok yediğim için de olabilir. Yemek yerken de dünyadan koptuğum için sofraya oturmamla kalkmam arasında normale göre çok uzun bir zaman dilimi oluyordu. Yemek yediğim esnada çay içmek için dışarıya mı çıksam diye düşünmüştüm. Bu yüzden yemekten sonra geçen bir saat boyunca da karar vermeye çalıştım. Arkadaşlarımla çay içmek mi yoksa odama kapanıp camdaki yansımamla karşılıklı çay içmek mi? Bu kafayla kendime katlanamayacağıma karar verdim. Arkadaşlarımın günahı neydi, bilmiyorum.

Uzun düşüncelerimin sonucuyla birlikte çay ocağında arkadaşlarımla buluştuk. İkişer tane çayı ara vermeden içtik. Bu çaylar içilirken kaç tane sigara söndürdüğümüzü sayamadım. Gelecek kaygıları, ekonomi, spor gibi konular hızlı hızlı değişiyordu. İki çaydan sonra biraz yürümek için çay ocağından ayrıldık. Yoldayken bir farklılık yapalım diye semaverde çay fikri aklımıza geldi. Çay ortak elemandı. Evde, çay ocağında, semaverde ve daha nice şartlar ve durumlar içerisinde içilebilirdi. Semaverin vaktimizi alacağını düşünerek vazgeçtik. Soğuk çay içmeye karar verdik. Gördüğünüz gibi vizyonumuz çaydan ileriye gidemiyordu.

İki arkadaşımla birlikte şehri tepeden gören bir noktaya çıktık. Soğuk çayımızın yanında çekirdek de vardı. Çekirdeği severim ama bağımlılık durumundan dolayı kullanmam. Çekirdek alınacağı bilgisi bende yoktu. Arkadaşlarımın da “Bir kereden bir şey olmaz.” demesiyle birlikte çekirdeği avucuma doldurmuştum. Bir yandan sigaramdan çekiyorum, bir yandan çekirdek çitliyorum, diğer yandan da soğuk çayımdan yudumluyordum. Tabii konuşuyordum. Arkadaşlarımın günahı neydi, hâlâ bulamamıştım. Sırayla konuşuyorduk. Ben uzun bir süredir acı vermesin diye dinlemediğim bir şarkıyla karşılaştığım için söze başlamıştım.

“Bu şarkıyı çok iyi hatırlıyorum. Bana armağan ettiği ilk şarkıydı. Dertleneceğim ama şu çekirdek yüzünden beceremiyorum. Tam duyguya girecekken çekirdek çıtırtısı tüm yıldızları söndürüyor, rüzgârı kesiyor, sigaram dudağımı yakıyor… Giremiyorum abi. Bi’ duyguya girsem ağır abi edebiyatı bile yaparım size.”

“Kafayı yemiş, bu. Ortamı bozma yine. Ben çekirdekle de duyguya girebiliyorum. Mecnun olduk, bırak Leyla’yı görelim. Herkesin hayatında bir Leyla’sı olmuştur. Sizin 'Leyla’m budur.' dediğiniz birisi oldu mu?”

“Olmaz olur mu?”

“Herkesin bir Alex’i olmuştur.”

“Yine başladı, Fenerbahçe muhabbeti. Sen niye geldin?”

“Alex ne alaka ya?”

“Fenerbahçe, Alex gittiğinden beri onun yerini dolduramadı.”

“Takım on kişi de kalsa maç devam ediyor. Bunu biliyor musun?”

“Ayrıca mevki olarak düşünürsen de kaleci olmazsa o maç oynanmaz ama on numara pozisyonunda oyuncusu olmadan da maç oynanır ve hatta şampiyon bile olunur. Alex’ten sonra da şampiyon olundu.”

“Kimse zaten bir Alex değil.”

“Biz ne ara gireceğiz bu duyguya? Çekirdeğin yapamadığını sen yaptın ya.”

“Biraz sessizce şehri izleyerek şarkıya odaklanalım.”

“Olmuyor abi. Şarkıya da duyguya da odaklanamıyorum. Çekirdek çıtırtısı duygularıma hükmediyor.”

“Diline hükmetse de keşke dilin şişse.”

“Kusura bakma da ben buna gülerim.”

“Tamam, sana bakmam, keyfine göre takıl.”

“Laf dalaşına girmeyin lütfen önemli bir karar aşamasındayım ona odaklanmam lazım.”

“Tamam, senin için sustum.”

“Senin Allah belanı… Pü, tüf. Versin, ulan çekirdek. Şehre diyecektim bu kez ama çekirdek belayı da bana oku dedi.”

“Bezdim.”

“Şehre ne olmuş?”

“Sevmiyorum yaz aylarındaki serin havasından başka hiçbir şeyini. Sizin gibi üç beş dostum da olmasa bu şehri var ya…”

“Ne yaparsın?”

“Harbiden ne yaparsın?”

“Terk ederim. Elimde valiz yok ki meydan okuyayım.”

“Ya hadi kalkın gidelim. Hava soğumaya başladı zaten.”

“Hadi toplanın.”

Yola çıktık. Çekirdek bitmemişti ama ağzını kapatıp arka koltuğa atmıştık. Yıldızları izlerken araba da yavaşça hareket ediyordu. Arkadaşlarımdan birisi o sırada arabanın yavaşlığıyla da orantılı bir şarkı açmıştı. Fuat Saka’dan “Şimdi Ne Yapar?” isimli şarkıydı. Uzun yıllardır dinlememiştim. Ezbere söylemeye ve yutkunmaya da başlamıştım. Buna rağmen gözyaşlarımı yutmayı beceremedim. Bu yüzden yıllardır dinlemiyordum, bu şarkıyı. Uyumaktan, evden, odamdan, beni boğan durumlardan kaçsam da o durumların tam ortasında bulmuştum yine kendimi. Boğuluyordum. Çekirdeği bahane ederek arkadaşlarımı da yorarak biraz bu boğulmadan kaçmaya çalışsam da yine aynı yere gelmiştim. İnsanların deli dediği şekilde davranmak mutluluk veriyordu. Gerçekten bir deli olabilirdim. Evde penceremdeki yansımamla birlikte delirmek yerine arkadaşlarımı kurban etmiştim. Ayrıca çekirdeği hiç bırakmasam gözyaşlarım da yerinde kalırdı. Zaten çekirdek çıtırtısına her zaman deli olurum.