Bölüm 2:


Mavi mürekkebi kurumuş kağıtlara benzeyen günlerden biriydi işte. İsteksizce yatağından kalktı Gregory, sol kolunun üstüne yatmıştı, kolunun uyuşmasını buna yordu. Eski savaştan kalma tütün tablasını açtı ve bir sigara sardı kendine. Artık bahar gelmişti, bunu penceresinin manzarasından anlayabiliyordu. Karşısında uzanan tarlaların bitimi savaşın en çok yorduğu dağ sırasıydı. Eski savaş zamanlarını nedense böyle sabahlarda anımsardı. Savaşla ilgili tek bir rüya bile görmemişti mesela. Sarı başak kafalarının sıcak insan kanıyla boyandığına şahit olmuştu eski gözleri. Dumanını üflerken tavana doğru sağ elinin damarlarına baktı, yaşlılık diye geçirdi içinden. Yaşlanınca bunayacağını ummuştu tüm orta yaşları boyunca. Ama unutmadı, unuttuğu tek bir şey bile olmadı. Geride bıraktığı hayatlar, kış ortasında sert toprağa elleriyle gömdüğü insanlar, ölen köpeklerinin arkasından döktüğü gözyaşı... Hepsi hafızasında aç hayvanlar gibi koşturuyordu. İşte tam da bu yüzden Tanrı'ya dua etmeyi bırakalı çok olmuştu. Ne unutturan ne de öldüren bir Tanrı vardı ve Gregory böyle bir yaratıcı istemiyordu. Oturduğu sandalyenin tek ayağı aksıyordu, tık tık tık... Ahşap zeminde bir süre bu tıkırtıyı çıkarıp sigarasını içmeyi sürdürdü.


Sarı buğday tarlalarının içinde koştuğu çocukluk yıllarındaki gibi mutlu olmayı istedi belki bi an, en sonunda durdurdu sandalyeyi. Üzerine düşen küle bakmaya başladı. Keşke dedi, belli belirsiz bir şekilde, keşke o mektupta bana söylendiği gibi yapıp savaştan dönmeseydim. Kalktı ve yavaşça odadan çıktı. Bomboş bir oda ne kadar sefil olabilirse işte tam da öyleydi. Odanın dışından bir ağlama sesi geldi. Yere dağılmış ve üstüne basılmış kül öylece duruyordu.