Sıradan ölümlüler olduğumuzu kabul etmeyecek kadar sıradan hayatlar yaşıyoruz hepimiz. İşte yine mükemmel bir çelişki ile başlıyorum yazıma. Hayat muazzam çelişkiler üzerine kurulu değil midir ki zaten? En yüksek sesle kahkaha atan en çok ağlayandır her daim, etrafı en kalabalık olan en yalnız, en güçlü gözüken pamuk ipliğiyle bağlıdır eminim ki hayata.


Absürt bir yerler de absürt bir yazı okumuştum, diyordu ki anlatıcı "hayat sen ona bakarken soyunmaz". İşte tüm mesele bu. Bir şeyi ne kadar çok istersen o şey işte o kadar imkansız ve mümkün dışı hale gelir. Bugüne kadar ne istediysem kopmuş bir bilekliğin haylaz boncukları gibi kaçtı gitti elimden. Problem ben miydim? Parmaklarımın onları tutamayacak kadar aciz olması benim suçum muydu? İnan bilemiyorum. Belki de tek bir boncuk tanesini bile hak etmiyorumdur, kronik sevgi yetmezliğim vardır kim bilir?


Çok sevdiğim bir yazarın çok sevdiğim bir eserinde de söylediği gibi gözleri karanlığa alışmış bir insanı aydınlıktan daha fazla hiçbir şey korkutamaz fakat karanlığın ızdırabı korkuyu saf dışı bırakıyor. Zifiri karanlıktaki birinin de en büyük çelişkisi işte aydınlık.



Hayattan korkuyoruz, ölümü göze bile alamıyoruz. Ölümden korkuyoruz, hayata her gün lanet okuyoruz. Sevilmek istiyoruz, ama biri nasıl sevilir işte burada arafta kalıyoruz. Büyüdükçe küçülüyoruz, yaşlandıkça gençleşiyoruz. Cehennemi cennette, cenneti cehennem de arıyoruz. Ve biz zavallı insanlar hayatın bu amansız çelişkileri arasında kendimizi fazlaca akıllı zannediyoruz.