Uyandı. Saat, 10.21’i gösteriyordu. Paniğe kapıldı. Alarmı kapattığını hatırlamıyordu. İşe geç kalmıştı. Bu kez affetmezlerdi. Kesin kovulacaktı. Bu kaçıncıydı? Telefona baktı. Çağrı yoktu. İşte, onu gözden çıkarmışlardı. Aramaya bile lüzum görmemişlerdi.


Parlak ekrana baktı bir süre kaygılı gözlerle. Tarih, pazar gününü gösteriyordu. Tatildi. Gözleri parladı. Tüy gibi hafifleyip rahatladı. Yeniden yatıp uykuya daldı.


Uyandı. Saat, 12.33’ü gösteriyordu. Paniğe kapıldı. Bilmiyordu. Hafızası yerine gelmek bilmiyordu. Geç açılan eski püskü bir bilgisayar gibiydi beyni. Açılmasını bekliyordu çaresiz. Hangi gündü? İşi var mıydı? Herhangi bir planı? Birisine buluşma sözü vermiş miydi?


Korkudan kaskatı kesilmişti. Bilinci sisler ardında görünmeyen bir gemiydi. Halatı sıkı sıkı tutmuş, tüm gücüyle gemiyi kıyıya çekmeye çalışıyordu. Gemi yanaşmak bilmiyordu. Deliriyordu. Yoksa çoktan delirmiş miydi? Bilmiyordu. Hatırlamıyordu. Telefon… Telefonun ekranını uyandırdı, parlak ekrana baktı bir çare arar gibi. Tarih, pazar gününü gösteriyordu. Hafızası yıldırım hızıyla yerine geldi. Tatildi. Tüy gibi hafifleyip rahatladı. Yatağa uzanıp boş gözlerle tavanı izledi.


Çağrı… Telefonda cevapsız çağrı olduğunu görmüştü. Tekrar baktı. Sabit telefon numarasıydı. Kaydı yoktu. Uykudan uyandırılmamıştı. Telefon belki de bir iki saniye çalıp hemen kapanmıştı. Telefonu komodinin üzerine bıraktı. Tavana dikti gözlerini.


Uyandı. Saat, 13.20’yi gösteriyordu. Ensesinden başlayıp sol gözüne doğru uzanan o çizgisel ağrı vardı başında yine. Gözüne baskı uygulama ihtiyacı hissediyordu her seferinde. Bastırınca da ağrı biraz hafifler gibi oluyordu. Dalgalı, garip bir ağrıydı. Tam geçti sanıyordun, sonra yeniden başlıyordu. Ertesi güne kadar sürüyordu.


Doğruldu, ayaklarını yataktan aşağı bıraktı. Halının karmaşık desenlerini izledi bir süre. Telefona baktı. Cevapsız çağrı vardı. İkinci kez aynı sabit numaradan aranmıştı ve yine duymamıştı. Telefonun zil sesini kontrol etti. Ses yüksekteydi.


Kalktı, lavaboya geçti, elini yüzünü yıkadı. Kafasını kaldırıp aynaya baktığında yorgun yüzünde yol yol akan su damlalarını izledi ölgün bakışlarla. Çeşmenin başını çevirdi ağır ağır, suyun akışı kesildi. Sol eli lavabonun kenarını, diğeri çeşme başını tutarken bedeninin belden yukarısı hafifçe öne eğildi. Gözleri aynadaki gözlerine odaklandı. Öylece boş boş baktı. Derin ve serin bir boşluk. Bataklık gibi bir uykudan uyanmanın acımsı yorgunluğu vardı bedeninin her hücresinde. Çamurda debelenip durmanın verdiği yapışkan bir bitkinlik. Yosun kokusu zihninin sisle örtülü toprağından buhar buhar tütüyordu. Elini yüzünü kuruladı. Havlunun değişmesi gerekiyordu ve yine unutmuştu bunu. Hep unutuyordu.


Mutfağa geçti. Buzdolabını açtı. Kahvaltı niyetine yiyebileceği bir şeyler bulup çıkardı. Masaya oturdu. Alışkanlığının tersine ağır ağır çiğneyerek yedi. Su ısıtıcısının düğmesine bastı. Camdan dışarıyı seyre daldı. Bahçede kimse yoktu. Rüzgar ağaçlarda direnen sarı yaprakları dökmek için uğraşıp didiniyordu. Kış, sonbaharın izlerini silip egemenliğini kuruyordu yavaş yavaş.


Suyun kaynama sesiyle birlikte camın önünden ayrıldı. Kendisini kapatmasını beklemeden ısıtıcıyı eline aldı, kahvesini hazırladı, masanın başına oturdu. Sigara yakıp kahvesini yudumladı.


Uyandı. Telefon çalıyordu. Akşamın çökmesiyle kararan odayı televizyonun ekranı aydınlatıyordu. Zil sesine yönelerek yatak odasına geçti, telefonu eline aldı. Alarm çalıyordu. Şaşırdı. Alarmı tekrar kurmamıştı. Kafası karışmış halde düşünürken ekrandaki bildirimi fark etti. Cevapsız çağrı vardı. Üçüncü kez aynı sabit numaradan aranmıştı.


Mutfağa geçti. Buzdolabından bir şeyler çıkarıp yedi. Asidi kaçmış kolayı bir dikişte içti. Sigara yaktı. Fayanslardaki eğri büğrü ve silik yansımasına daldı gitti.


Uyandı. Kucağına tünemiş bir kuş gibi duran kitabı gördü. Kanatlarını sonuna dek açmıştı. Duvar saati 02.27’yi gösteriyordu. Ayakları üşümüştü. Başındaki çizgisel ağrı dalgalanıyordu yine. Ensesine birkaç kez sertçe bastırdı. Gözünü ovaladı. Ağrı azalır gibi oldu.


Kalktı, banyoya geçti, tuvaletini yaptı, elini yüzünü yıkayıp kuruladı. Havluyu değiştirmesi gerektiğini hatırladı. Işığı kapatıp yatak odasına geçti. Alarmı kurmak için telefonu eline aldı. Cevapsız çağrı… Sabit numaradan dördüncü kez aranmıştı.


Ani bir kararla geri ara tuşuna bastı. Sessizlik… İşte çalıyordu. Koridordaki sehpada duran sabit telefon çalıyordu. İrkildi. Midesinden yukarıya doğru bir asit dalgası yükseldi. Rastlantının böylesine şaşırmıştı. Hiç kullanmadığı için bir ev telefonunun olduğunu unutuyordu, numarası ezberinde yoktu. İnternet bağlatabilmek için mecburen alınmıştı.


Aramayı sonlandırdı. Aynı anda sabit telefon da sustu. Kalbi hızlanmaya, göğsünde davullar çalmaya başladı. Başındaki ağrıyan çizgi giderek derinleşti, fay hattı gibi yarıldı, katman katman zonkladı. Kafatası ikiye yarılacaktı sanki.


Geri ara tuşuna bastı yeniden. Bekledi… Buz gibi sessizliği sabit telefonun zırlayan zili bozdu. Delicesine çarpan kalbi, göğüs kafesini kırıp çıkmak istiyor gibiydi. Boğazı kuruyordu, yutkundukça acıyordu. Başındaki fay hattı kudurmuştu. Yüzü ateş içindeydi, sırtından soğuk terler akıyordu. Koridora geçti. Yarı aydınlık yarı karanlık içinde çığıran telefon acı çeken yaralı bir hayvan gibiydi. Yanına yaklaşana saldırmaya hazır bir canavar…


Sehpanın önünde durdu. Kulağındaki cep telefonunun çalma sesine sehpadaki telefonun zırlayan sesi eşlik ediyordu. Kapışmadan önce birbirlerine gözdağı veren iki vahşi hayvan gibi.


Ahizeyi kaldırıp sağ kulağına götürdüğü sırada diğer kulağında duran cep telefonundaki çalma sesi kesildi. Sertçe yutkundu.

“Alo!”

“Alo!”


Sen!

Sana sesimi ulaştırmayı birçok kez denedim farklı yollardan. Sen ise bunu iç ses sandın, iç sesin saydın. Düşüncelerin değildim ben oysa.


Her sabah yüzünü yıkadıktan sonra felç olmuş gibi aynaya takılıp kalmaların, gözlerinin içine içine bakmaların beni fark etmene yetmedi. Sonunda doğrudan konuşmaktan başka bir seçenek bırakmadın bana. İsterdim ki ipuçlarını izleyip parçaları birleştirerek gerçeği kendin keşfedesin, bu çok daha değerli olurdu ama yapmadın, yapamadın, anlamadın.


Şimdi beni bir kez dinleyeceksin. Dinlemezsen sürekli peşinde olacağım. Seni asla rahat bırakmayacağım. Sadece bir kez dinlersen gideceğim.


Sen!

Onlar hayatın başrolündeyken sen sadece bir figürandın. Bir tiyatroydu sana göre hayat, davranışların birer roldü, konuşmaların ezberlenmiş repliklerdi, sahip oldukların sadece dekordu, başkalarının sende gördükleri sadece maske ve kostüm…


Onlar her şeylerini keyifle harcarken sen inatçı ve sıkıcı bir varyemezdin. Kana kana içmek varken damla damla emdin hayatı, kırıntı kırıntı yedin, kesik kesik soludun, göz ucuyla izledin.


Onlar her şeylerini açık seçik ve doyasıya yaşarken sen çekingen ve tutucuydun. Parmak ucunla dokundun hayata, adım adım yanaştın, küçük küçük yerleştin, ince ince kök saldın.


Onlar sadece an içinde var olurken sen bir tarihçi ve müneccimdin. Ya geçmişi ya da geleceği yaşadın hayatta, pişmanlıklarında yandın, kaygılarında boğuldun, an içinde yok oldun.


Onlar hazcı ve pragmatistken sen adsız bir dergaha sığınmış Tanrı misafiriydin. El etek çekmiştin hayattan, kara kara gölgelere karışmış, alacağının çok azıyla yetinmiş, yeni bir şey istemez olmuştun.


Geçmiştin. Geçkindin. Durulmuştun.Durmuştun.


Sonunda durgun su mikrop üretti içinde. İçin içini yedi. Kendi kendinin kurdu olmuştun. Kendinle besleniyor, kendini doyuruyor, kendini tüketiyor, hazmedemeyince kendini kusuyordun. Doygunluğunu tamamlanmak sanıyordun, oysa her gün daha fazla eksiliyordun. İçini boşaltmayı rahatlamak sayıyordun, oysa her gün daha çok doluyordun. Hayatındaki her şey sadece zıddıyla var olabiliyordu. Bu kısır döngüyü, bu paradoksu içsel derinliğin diye biliyordun. Onlar gibi olmamayı marifet ve ustalık sanıyordun, oysa her gün daha fazla acemileşiyordun.


Sen!

Kendini henüz bilmezken onların mahallesinden başka bir yere kaçırılmış bir ruhtun. Çalıntıydın. Getirilip büyütüldüğün yabancı hayatı evin belledin. Üvey olan ne varsa öz sandın, özün sandın. Anlamlandıramadığın için baskıladığın o coşkulu arzular senin ana vatanına ait yaşamın kaynağıydı. Sabah uyandığında kulağında çalıp duran ve nereden aklına takıldığını bilemediğin şarkılar gibi ansızın ortaya çıkan o renkli düşünceler ve hayaller senin ana vatanının eşsiz güzellikleriydi.


Bulunduğun yere ait olduğunu sanıyordun, buna karşın ruhunda bitmek bilmeyen bir yol gitme arzusu vardı. Bu çelişkiye bir anlam veremiyordun. Devşirilerek içine bırakıldığın bu hayatla ruhunun özü arasında doku uyuşmazlığı vardı çünkü. Ruhun yol gitmek, ana vatanını bulmak, özüne kavuşmak, gurbetliği bitirmek istiyordu. Tüm dengesizliklerinin, yalpalamalarının, tökezlemelerinin, çakılmalarının, uyumsuzluklarının, ayarsızlıklarının, kararsızlıklarının, kararmalarının, donup kalmalarının, çıkmazlarının, açmazlarının, dikiş tutmayışının, dikiş tutturamayışının, eğrilmelerinin, bükülmelerinin, kopup dağılmalarının nedeni bu gurbetlikti. Ana vatanın olan hayattan uzakta, gurbette olup da gurbetçi olduğunu bile bilmeyen, ne gerçek yerine ait ne de kaçırılıp götürüldüğü yere ait olabilmiş kayıp bir ruhtun.


Bunları sana anlatmayı denedim defalarca ama sen üvey olduğunu öğrenmek istemeyen bir çocuk gibi kaçtın hep. Çağrılarıma cevap vermedin, kulak tıkadın. Göstermek istediklerimi görmezden geldin. Reddettin. İpuçlarını hiçe saydın. Yalanı gerçek yaptın.


Sen!

İşte şimdi tüm gerçeği öğrenmiş bulunuyorsun. Bu çağrıya cevap verip vermemek sana kalıyor. Ya kötü bir kopya olabilmen dışında sana bir şey verememiş olan eğreti hayatın içinde kalmak ya da gerçekte olman gereken hayata, öz yurduna dönmek. Ya oldurulduğun kişi olmak ya da olmak için doğduğun kişi olmak.


Gerisi, sadece bir seçim.


Telefondaki ses sustu. Ahizeyi yerine koydu. Cep telefonundaki kırmızı yuvarlağa dokundu.


Banyoya gitti, kirli havluları sepete attı, yeni havlular çıkardı. Duş alıp rahatladı. Dişlerini fırçaladı. Yatak odasına geçti, yeni geceliklerini çıkarıp giydi. Yatağın çarşaflarını değiştirdi. Yorganın altına girdi. Yüzüne sade bir gülümseme kondu. Bir tüyün havada süzülüşü gibi yavaş yavaş uykuya daldı.