Yüzünü güldüren hafif bir kalp çarpıntısıyla uyandı. Sabahın erken saatine kurulan otomatik bir saat gibi çarpıyordu kalbi. Diğer günlere nazaran zorlanmadan kalktı yatağından. Nedenini bilmediği gülümsemesini düşünürken gözleri kapının arkasında duran çiçek sepetine takıldı. Kalbi, pili aniden biten bir saat gibi durdu. Gözünü kırpmadan sepete bakıyordu. Uzunca bir süre baktı. Kafasından geçenleri sıraya koymaya çalışıyordu. İşe çıktığı ilk gün geldi aklına, hemen kovaladı. Bir günde iki sepet çiçek sattığını gördü bu sefer. Hemen olmasa da onu da kovaladı. Geçmişten bugüne sıralanan anılardan sonra sıra nihayet düne gelebilmişti. Evet, dünkü çiçekler olduğu gibi duruyordu. Hem de gözünün içine baka baka! Daha fazla bakmaya cesaret edemedi. Kafasını masanın üzerinde duran plastik kutuya çevirdi. Çöpün kenarında bulduğu günü hatırladı. Biraz önceki gülümseme tekrardan ziyaret etti yüzünü. Yüksekçe bir duvardan zıplar gibi attı kendini yataktan: “Hop!” Kapının arkasında duran papatyalarla bezenmiş eteğini giydi. Üzerine de koyu kırmızı kazağını geçirdi. Sonra pencereden kafasını sarkıttı, derin derin nefes aldı, vermek istemedi. Bütün gökyüzünü, tertemiz havayı içine hapsetmek istedi. Pencerenin dibinde duran ibrikten eline birkaç damla su akıtıp yüzüne çarptı. Sepeti koluna geçirdi. Bileğinin orada tuttu. Biraz sonra dirseğine kadar geçirdi. Bu sabah onun için tuhaflıklarla doluydu. Kalbinin çarpıntısı ve yüzündeki nedensiz gülümsemeyi düşündü. Üstelik uykusunda bunlara neden olabilecek bir şey gördüğünü de hatırlamıyordu. Dışarı çıkarken bunu düşünüyor, çiçeklerden bir an önce kurtulup tekrardan yatağına uzanmak istiyordu. Bu arada çoktan sahile inmişti bile. İnsanlar saate aldırmadan kırmızı yürüyüş yolunu düzensizce dolduruyordu. Yolun rengi seçilmiyordu artık. Üzerindeki sayısız ayak, birbirine geçmiş kırık dökük boyalar gibi rengârenk bir karmaşa oluşturuyordu. İlkadım Anıtı’nın önünde durdu. Sağına dönerek Sevgi Gölü’nün olduğu tarafa doğru yürümeye başladı. Çünkü dün soldan, Batı Park’a doğru gitmişti. Aslında insanlardan çekiniyordu. Birçoğunun bakışlarında sakıncalı şeylerin gizli olduğunu hissediyordu. Yanındaki insanla bağırarak konuşanlar, yediği kuru yemişin kabuğunu umarsızca etrafa savuranlar, yürüyüş yolundan motorla geçenler, insanların ortasında küfür etmekten çekinmeyenler… Bu insanlar bir başka insana elbette iyi gözle bakamazdı. Hepsinden rahatsız oluyordu. Kayalıklardan ayağını sarkıtan insanların çekirdeği çıtlatması beynini deliyordu. Sanki o kişi kendine küfür ediyordu. Bir diğeri ona bağırıyordu. Bir başkası ise gözden kaybolana kadar ona bakıyordu. Yaşamak zordu. Bu insanların arasında çalışmak daha da zordu.

Denizin ortasına doğru uzanan, etrafı korkuluklarla çevrilmiş yola döndü. İnsanları izleyerek yürüyordu. Belki de o sırada deniz en güzel anını yaşıyordu ama bu onu pek ilgilendirmiyordu. Zaten de bilmezdi hangi saatlerde denizin güzel olduğunu. Şu kayalıklara oturup ayağını hiç sallandırmamıştı bile. Kıyıya dizilmiş balonlara bakmamıştı. İnsanların onları avlamasıyla da ilgilenememişti. O sırada birine çiçek satmak daha elzemdi onun için. Çünkü yaşamak zordu, bu yüzden çalışmak zorundaydı. Böyle düşüncelerin peşine takılıp gidiyor, potansiyel müşterilerini görmüyordu. Ne ara yolun sonuna geldiğini anlayamadı. Sol elini beline dayadı. “Offf” dedi, hemen yanında tek başına oturan delikanlıyı görmüyordu. Genç, o sesin etkisiyle kafasını ona doğru çevirdi. Elini beline koymuş, “Burada deniz mi varmış?” der gibi duruşunu izliyordu. Yerinden kalktı. Pantolonunu temizledi. Kızın omzuna hafifçe dokundu. Kız, “Ayy!” diye bağırarak döndü. Elini kalbinin üzerine koydu. Genç de onun tepkisi karşısında bir adım geriye kaçtı. Şimdi ikisi de öylece bekliyordu. Aslında tuhaf bir durum yoktu. Çiçekçi ve çiçek almak isteyen bir müşteri vardı. En azından kız öyle düşünmeye başlamıştı şimdi. Zoraki bir gülümseme yerleştirmeye çalıştı yüzüne. Ama o gülüşü bir türlü oturtamadı. Çocuk daha gerçekçi gülüyor gibiydi. Kıza yaklaştı, gülümsemesini ona bulaştırmak ister gibiydi:

“Korkutmak istememiştim, kusura bakmayın!”

“Önemli değil.” dedi. Artık daha rahattı.

“Bir tane çiçek alabilir miyim?”

Çiçekçi kız etrafına bakındı. Omuzlarının üstünden arkasına baktı. Onun yalnız olduğunu görünce şaşırdı. Yine de bu soru karşısında havalara zıplayabilir, sepeti bir tarafa fırlatıp ona sarılabilirdi. İçinde kopan fırtınalara güçlükle engel oluyordu. Gün ilginçliklerle devam ediyordu. Ne cevap vereceğini bilemedi. Kolunu önüne doğru çevirdi, çiçeklerden birini seçip çıkardı:

“20 lira!” dedi biraz utanarak. Yanakları kızamık gibi benek benek oldu. Genç sanki sabahtan beri bu anı bekliyordu. Cebinden parayı çıkarıp uzattı. Şimdi gözlerinin içi de gülüyordu. Çiçeği alan genç adam bir elini de cebine atarak yürümeye başladı. Çiçeği belki bir sevdiğine almıştı, belki annesine, belki de kendisine… Kız onun bu neşeli hâlini görünce istemsizce gülmeye başladı. Bir süre parayı avcunda sıktı. Yürümeye başladığında çocuk çoktan gözden kaybolmuştu. Dakikalarca orada durmasına yol rağmen ne düşündüğünü hatırlamıyordu. Sanki o birkaç dakika yaşanmamış gibiydi. Bu sırada da yol bir hayli kalabalıklaşmıştı. Bu onu daha da sevindirdi. Cebindeki parayı düşündü. Parayı alırken “Bereket versin!” demiş miydi? Bir anda bu soru onu olduğu yere mıh gibi çaktı. Yüzü kıpkırmızı oldu. Yine oralardan uzaklara kayıverdi. Genç bir kadının sepetini çekiştirmesi ile tekrardan yolun ortasına döndü. Genç kadın:

“Pardooon, iyi misiniz acaba?” deyince yüzüne bakmadan cevap verdi.

“Kusura bakmayın, buyurun?”

“İki demet çiçek alabilir miyim?”

 Bu, son günlerde duyduğu en güzel cümle olabilirdi. İki demet demek sepetteki bütün çiçekler demekti. İki demet demek günün bitmesi demekti. İki demet demek cebinin para görmesi, yüzünün gülmesi demekti. Bu yüzden heyecanlandı. Bir acemi gibi hareket ediyordu. Çiçeği nasıl tutacağını, nasıl saracağını unutmuştu sanki. Neyse ki çok uzun sürmeden kendine geldi. Çiçeği uzatırken ilk defa göz göze geldi. Kadın, ağzını kulaklarına kadar açmış gülüyordu. Çiçeği aldı, herkesin duyacağı sesle:

“Teşekkür ederim!” dedi. Gülerek uzaklaştı. Sabahki genç, şimdiki kadın… Çiçeği eline alan mutluluktan uçuyordu. Kendisi yıllardır çiçekçi olmasına rağmen bu duyguyu bir gün olsun yaşamamıştı. Çiçek almak gerçekten bu kadar sevindirebilir miydi bir insanı? Bu sefer olduğu yere çakılmadı. Yürüdü. Kafasını kaldırdı, etrafı izlemeye başladı. Denize baktı, masmaviydi. İnsanlara baktı, herkes gülüyordu. Bir de kendini düşündü. Gülmediğine emindi. Sepeti bileğinden salıp eline aldı. Hızlıca yürümeye başladı. Şimdi etrafına hiç bakmıyordu. İnsanlara sürterek yürüyordu. Birkaç defa sepeti takıldı kaldı. Aldırmadan yürüyordu. Beş dakika boyunca umarsızca yürüdü. Menzili olmayan bu yürüyüş, çiçekleri aldığı dükkanın önünde son buldu. Sepeti dükkanın önüne bıraktı. Bir demet çiçek istedi. Onun dışında hiç konuşmadı. Sepeti de almadı. Adam, bu tavırlar karşısında ağzını bile açamadı. Çünkü onu ilk defa böyle görüyordu.

Kız, odasına geldi. Hemen kapıyı kapattı, kilitledi. Elindeki çiçekleri kutuya koydu. Masayı pencerenin yanına çekti. Oturdu. Dışarıyı izlemeye başladı. Çiçekleri alan insanlardaki gülümseme şimdi onun yüzünde oturuyordu. Dişlerini çıkardı, gözlerini biraz daha açtı. Diğer insanlar gibi gülmeye çalıştı. Şimdi penceresinden taşan kiraz dallarının farkına varmıştı.

 

Eylül 2021 / Taşlıçay