“Bak, anlamıyorsun.” dedim. Ama doğru değildi, hayır. “Hayır.” dedim duraksamadan. “Anlatamıyorum. Doğrusu bu. Anlatamıyorum. Zaten hiçbir haltı kafamdaki gibi anlatamıyorum. Kafamın içinde oluştuğu gibi oluşsaydı cümleler, gerçekten her şey çok daha basit olabilirdi. Mesela bak şimdi. Sana baktığım zaman gördüklerimi, anladıklarımı anlatabilseydim bir daha bana bu şekilde bakmazdın. Çünkü seni görebiliyorum. Yani kafanın içini. Hiç bana beni anlıyormuş, dediklerim kafanın içinde doğru yerlere oturuyormuş gibi bakma anlamıyorsun çünkü.” Aptal kadın. Kendine ‘doktor’ diyor. Sıfatların burada, benim odamda çok fazla geçerli olmadığını bilmiyor mesela. Buradaki onca kişi arasında en sevmediğim kişi bu kadın doktor. Diğerlerinin benimle bir sorunu yok. O ise sürekli kafamın içine girme derdinde. Kafasını sallayarak beni anladığını belli etme ihtiyacı duyuyor. Hem de neredeyse sürekli. Oysaki kafasının içinden geçen tek şey, "şu bir saat dolsun. Şu delinin odasından çıkıp gideyim." Sanki ben bunu anlayamayacakmışım gibi. Surat ifadesi bile öylesine belli ki. Öyle kalın bir maske var ki suratının olması gereken yerde, altındakini ulaşılmaz sanıyor. Her şey; bu kadar net olan şeylerin arkasında daha belirgin, bunu bilmiyor. Ben yüzümü açtığımdan beri daha rahatım mesela. Artık o maskelerin arkasına sığınmıyorum. Çünkü ihtiyacım yok. Keşke pencereler açılıyor olsaydı. Atlamazdım ki sadece şu geçen saniyede biraz daha fazla ses duyma ihtiyacı hissettim. Aptal kadın beni sessizliğimden çıkarıyor, buralara sürüklüyor. Sonra da ona iyi davranmamı bekliyor. Ona zarar vermeye bile uğraşmam. Aslında bunu çok kolay yapabilirim ama o zaman bahçeye çıkmama izin vermezler. Çok saçma. Birini öldürme tehlikem yüzünden beni buraya kapattılar. Halbuki öldürmek istediğim kişiyi öldürmeme izin verseler başka kimseyi öldürme tehlikem kalmazdı. Basit bir mantık. Ancak insanların çoğu bu basit mantığın dışında düşünemiyorlar. Kendilerini öyle katı ve öyle gevşetilebilir kuralların içinde tutuyorlar ki sonunda birileri illaki o kuralların dışına çıkmak istiyor. Ben ise tamamen o kuralları yok saymaya oynadım. Bir an bozup tekrar içlerine girmek istemedim. Tamamen dışarıda kalmak istedim. Onlar da beni buraya aldılar. Daha fazla gevşetilebilir kurallar bütünü. Ama neyse ki bahçeye çıkabiliyorum. Ve de insanları duymuyorum. Bu geri zekalı kadın hariç. Onu haftada, şanslıysam, en fazla 1 saat duymak zorundayım. Onu duymam yetmiyormuş gibi bir de onunla konuşmak zorunda kalıyorum. Neyse, daha fazla onu düşünemem. Gözlerim dışarı doğru dalıyor. Ah o bahçe! Bahçede onunla olduğum zamanlar yaptığım gibi hafifçe sallanıyorum. İyi hissettiriyor. Sanırım ilk belirtilerden birisi buydu. Olur olmadık yerlerde kendi kendime sağa sola sallanıyordum. İyi hissettiriyordu. Kim bilir belki de bebeklikten kalma bir iç güdüdür bu. Ama sallandıkça kendimi hareket halinde hissediyorum. Bu hareket beni uyutma düşüncesinden kaynaklı değil. Ah, bulutlar yine güneşin önüne geçti. Umarım yağmur yağmaz. Yağmurda dışarı çıkmama izin vermiyorlar. Sanki her şeyimle bundan daha kötü olabilirmişim gibi. Aslında şu an çok iyi olduğumu bilmiyorlar. Kendimi hayatımın hiçbir anında olmadığım kadar iyi hissediyorum. Güneş uzakları aydınlatıyor şimdi. Buraya da gel! Bahçedeki o güzel çiçeği bekletmek istemem. Ne zaman gidecek bu kadın? Bahçeye çıkmak istiyorum. Ah, gitmiş. Ne zaman gitti acaba? Gittiğini duymadım. Burada pek bir şey duymuyorum zaten. Duymaya ihtiyacım olmuyor. Kendi istediklerim hariç bir şey duymam gerekmiyor. Müzik. Müzik istiyorum şimdi. Hafif bir tını hoş olurdu. Hemşire geldi. Hayır hasta bakıcı. Fark her neyse… Aslında aradaki kesin fark bu kadından nefret etmemem. Aslında doktor ondan nefret etmemi bile hak etmiyor. Ama bende basit duygularıma yenilebiliyorum. En azından gün içinde. Acaba bana şarap getirir miydi? Bana en iyi davranan hep bu kız. O yüzden onunla konuşmuyorum hiç. Söylediklerimi kontrol edebilirim ama beni nasıl anlayacağını kontrol edemem. Beni anlayamaması ihtimali korkutuyor. Yanlış anlaşılmalar düzeltilebilir ancak anlaşılamamalar beynimin içinde çığ gibi büyüyor. O kadar çok kontrol etme ihtiyacı duyuyorum ki yanlış anlaşıldığımı düşündüğüm zaman. Hatalar bütünü o zaman başlıyor işte. Kendimi durduramıyorum. Birde o andan sonra insanların, her kim olursa olsun, bana bir türlü inanacağını hissedemiyorum. Çünkü o zaman bana anlayışlı, iğrenç bir ifadeyle bakıp “Evet, elbette seni anlıyorum.” ya da daha kötüsü, “Sorun değil. Cidden seni anlıyorum ben.” tarzı şeyler, yalanlar söylüyorlar. Ne kadar iğrenç yaratıklar. Kız yanıma gelmiş, kalkmama yardım etmek istiyor. Bahçeye götürecekse seve seve uyarım ona. Koluma girmesine izin veriyorum. O güzel çiçek harici fiziksel temasına izin verdiğim tek insan bu kız. O da beni bahçeye götüreceği için... Yavaşça odadan çıkıp koridoru geçiyoruz. Ayaklarım bu kadar yürümeye hep hazır olmuyor. Ama birazdan edeceğim dans için bacaklarımı hazırlamalıyım. Kızın yüzünde samimi bir gülüş var. Neden acaba? Bu işi sevdiğinden değil. Burada olmayı kim ister ki? Başka bir sebebi olmalı. Ah, ona baktığımı fark etti. Yüzünde şimdi meraklı bir ifade var. Neden gözlerimi kaçırmıyorum? Başka zaman olsa baktığım insan fark ettiğinde gözlerimi kaçırırdım. Ama merak ediyorum. Bir insanın böyle gülebilmesi için ne gerekli? Hem de böyle bir yerde. “Bugün güzel bir gün.” dedi bana. Havadan mı muhabbet açıyor şimdi? Acaba beni öldürmeye mi götürüyor? Daha önce benimle konuşmaya böyle başlamazdı. Kesin kötü bir şey var. Yoksa ona bir şey mi oldu? Bu beni korkutuyor şimdi. Yüzümde nasıl bir ifade oluşmuşsa kızın yüzü de somurtuyor. “Kötü bir şey yok.” diyor. Ne düşündüğümü nereden biliyor? Belki de onunla konuşmalıyım. Buradakilerin beni anlaması imkansız. “İyi danslar.” deyip gülümseyerek kapıda bırakıyor beni. Normalde bahçeye kadar gelirdi. Kesin bir şey var. Küçük üçgen avlunun ortasına doğru güneş ışığından kör bir şekilde ilerliyorum. Her şey yavaş yavaş görünmeye başlıyor. Avlunun her köşesindeler. Çıkabilecekleri her bir köşede çıkmışlar. Küçük güzel çiçekler... Genellikle mor renkteler ama bu renk baktıkça değişiyor sanki. Mordan gece mavisine, ondan mavinin çok daha koyu renklerin dönüşüyor ki adını bile bilmiyorum. Kim bu kadar çok renk adı bilir ki zaten? Ben bu çiçeklerin adını bile bilmiyorum. Yavaşça eğilip yakından bakıyorum onlara. Arada sarıya boyanmış olanlarda var. Gece mavisine en yakın renktekilerden birini alıp koparıyorum. Öyle küçük, öyle narin ki tek parmağımla bütün varlığını bitirebilirim. Yazık. Yalnızca kısa süre burada oluyorlar. Ancak bu zaman çok kıymetli. Benim için onları görmek öyle güzel ki. Kafamı kaldırınca kızın bana pencereden baktığını görüyorum. Yüzümdeki ifadenin tam adını hatırlamıyorum. Ama içinde şok, mutluluk kırıntıları ve birkaç güzel bir şeyler daha var. Zaten hislerimi tam anlayabilsem ciğerlerimin son zerresine kadar bağırırdım. Kızın gülüşü öyle çok yayılıyor ki yüzüne, dişlerini görebiliyorum artık. Bir insanın başka bir insanın mutluluğuyla mutlu olabilmesi mükemmel bir özellik. Zavallı kız çok üzülecek. Avluda birileri daha var sanki. Kıza bakarken bazı gölgeler çarpıyor gözüme. Hemen çiçeklerime dönüyorum. Başka bir şey görmeye dayanamam şu an. Toprağa bakarken ayak seslerini duyuyorum. Sonunda! Burada, geldi. Arkamı dönünce görüyorum. Saçlarını salmış. Saçları küçük narin adımlarıyla dalgalanıyor. Yüzünde daha önce hiç kimsede görmediğim o anlaşılmaz güzel gülümsemesi var. Sanki benim burada olmam, beni burada görmek hayatında yaşadığı en güzel an gibi. Somon rengi askılısını giymiş. Altında çiçek desenli uzun eteği var. Ah, ne kadar uygun böyle bir güne. Sanki daha dışarı çıkmadan biliyor dışarının nasıl olacağını. Hep böyle duruma uygun giyinmesi nasıl açıklanır ki zaten? Hiç konuşmadan iki kolunu da bana uzatarak geliyor. Kısacık bir an daha durarak bana gelişini izliyorum. Bu anın tadını çıkarmak zorundayım. Aptal beynime kazınmalı bu gülüş. Sonunda tutuyorum o elleri. Kısacık bir an sıkmama izin veriyor ellerini, sonra bırakıyor. Korkunun yüreğimi ele geçirmesine izin vermeden hemen boynuma sarılıyor. İki eli boynuma sarılı, yüzü omzuma yaslı. Ah, keşke üzerimde bu saçma kıyafet olmasaydı da nefesinin boynuma dokunuşunu hissedebilseydim. Ellerim beline dolanıyor hemen. Sıkı sıkı sarılıyorum. Her an önemli. Bir anda gidebilir buradan. Böyle güzel bir günde hem de. Etrafta kimseler yok. Bir an korkuyla kızı en son gördüğüm pencereye bakıyorum, o da yalnız bırakmış bizi. Kimsecikler yok. Yüzümü tekrar saçlarına yaslıyorum. Kokusu öyle zayıf ki saçlarının... Ama o hafif kokunun altında bile belirgin şekilde hissediliyor. Önce o çekiliyor. Her zamanki gibi… Ama elleri ellerimi buluyor hemen. Temasımız hiç kesilmiyor. Durup bir an bakıyor bana. Kısacık bir an öyle uzun geçiyor ki bana... Tüm gün yaşadığım kötülükleri unutuyorum o kısacık, upuzun anda. Tanrım ne kadar aptalım! Beni düşürdüğü duruma bak. Orada olmayan birine sesleniyorum: Tanrı’ya. Derin bir nefes çekiyorum. Çiçeklerin güzel kokusu burnuma doluyor. Aynı kokuyu o da alıyor olmalı, yüzündeki tatlı huzuru görüyorum şimdi çünkü. Derin nefesini benimle beraber bırakıyor. Kıkırdıyor sonra bu küçük denk gelişe. Sesinin tınısını duymak… Hem de gülüşünde... Yüzümde çok güzel ama istemsiz bir hüzünlü ifade oluşuyor. Güzelliklerden oluşan hüzün... Öyle ilginç bir tezat ki kendim bile kendime anlatamıyorum. Anlatmayla uğraşmam bile. Sol elimi yavaşça bırakıp avuç içini yavaşça yüzümün sol yanına koyuyor. Sanki yüzümdeki hüznü eliyle silmek istiyor. Anında işe yarıyor. Dokunuşuyla yüzümde bir gülümseme beliriyor. Onun da yüzü gülüyor hemen. Bir ayna gibi hislerimi yansıtıyor bana. Beynimde huzursuz bir his yankılanıyor o an. Yanlış bir şeyler. Ama şu anda huzursuzlukla uğraşmayacak kadar meşgulüm. Beynimin altlarına ittiğim bu huzursuzlukla gece yatmadan ilgilenirim. Her gece beynimde kendimi öldürüyorum zaten. Birkaç hissi o an hissetmemek sorun değil. Daha ne yaptığımı anlamadan sallanmaya başlıyorum. Sözsüz bir anlaşmayla bana ayak uyduruyor hemen. Dünya üzerinde birbirini böylesine anlayabilen iki insan yok. Asla da olmayacak. Ben burada olduğum sürece. Sağ elimi kolu boyunca uzatıp yavaşça beline sarılıyorum. Alnı dudaklarıma yaklaşıyor. Hemen biraz geri itiyorum. Çok az. Yalnızca gözlerini görebileceğim kadar... Gözleri şimdi kahverenginin uçuk bir tonunda. Karanlık bir yerden gelmiş gibi. Birazdan o yosun rengine döner. Gözlerine böyle bakışımdan hep utanıyordu zaten. Hemen gözelerini yere indirdi. Yüzünde o hiç anlayamadığım ifade yerleşti. Hüzün, karamsarlık, bilinmezlik, hepsi bir arada ama hepsi yanlış. Doğruyu duyana kadar bütün tahminler yanlış ancak doğruyu da asla duyamayacağım. Kafamı buna veremem şimdi. Belinden hafifçe sarsınca kendime doğru başını kaldırıp bana bakıyor. Onun da yüzünde bir gülümseme oluşturacak bir gülümseme ile bakıyorum. Tahmin ettiğim gibi anında işe yarıyor. Gülüşü yüzüne yerleşiyor. Yüzü bir daha o karamsar havaya bürünmesin diye anlamadığım şeyleri düşünmeyi erteleyip yüzümdeki gülümsemeyi koruyorum. Hafif salınışımız sürüyor. Hafif bir rüzgar esince üşüyor. Biraz daha kendime çekiyorum. Üşümesin diye gözlerini görmeyi feda ediyorum. Sağ elim sırtında gezinirken umarım biraz olsun ısınıyordur. Şimdi yüzü boynumun alt tarafında ama sıcak soluğunu yine hissedemiyorum. Neden? Dans etmeyi bırakıp iki omzundan tutup yüz ifadesine bakıyorum. Öyle üzgün bir ifade var ki suratında, bunu silmek için her şeyi yaparım ama bunu geçirecek hiçbir şey bilmiyorum. Dudakları hafifçe aşağı sarkmış. Gözleri gözlerime denk düşsün diye eğiliyorum ama bana bakmıyor. Acı yüreğimi dalgakıranlara vuran acımasız dalgalar gibi yıkıyor. Kendi yüzümde aynı hüzün olduğundan eminim. Belki bana baksa o da bu hissi geçirmek için bir şeyler yapar. Bunu düşündüğüm anda olmayacağını biliyorum ama insan umut etmekten bir anda vazgeçemiyor. Gözlerini biraz olsun görebiliyorum. Yaşlar akmak üzere birikmiş güzel gözlerinde. Ağlamasına dayanamam bunu biliyor. Sorun ne? Anlamıyorum. Gözlerinin baktığı yeri takip edince topraktaki çiçeklere baktığını görüyorum. Hiç istemeyerek omzundan indiriyorum ellerimi. Sadece kısacık bir an diye kendimi avutup arkamı dönüp dizlerimin üzerine çöküp elime gelen birkaç çiçeği koparıyorum. Ellerime yağmur damlaları düşüyor o sırada. Güneş nereye gitti? Hemen ayağa kalkıyorum. Üzerindekilerle yağmurda ıslanırsa hasta olur. Ben ayağa kalktığımda yağmur hızlanıyor. Arkamı döndüğümde avluda tek başımayım. Nereye gitti? Beynim telaşlanmıyor. Neden? Anlamlandıramıyorum. Yağmur iyice hızlandı. Ellerimdeki çiçeklere bakıyorum. Birkaç küçük ezilmiş çiçek. Kafamı kaldırınca yüzünde telaşlı bir ifade elinde bir şemsiye ile hasta bakıcı kızın telaşla koşarak bana doğru geldiğini görüyorum. Yalnızım. Çok saçma. Yine koluma girip bir şeyler söylüyor. Duymuyorum. İçeri girdiğimizde elime bakıyorum yine. Çiçekler yağmurda elimden kaymış olmalı. Biraz çamur ve bir yaprak haricinde ellerim bomboş. Kız beni odama götürüyor. Hemen çıkmıyor. Kapıda oyalanıyor. Yatağıma baktığım zaman görüyorum yastığımın üstünde birkaç tane gece mavisi güzel çiçek duruyor. Bana bakmadığı zaman nereye gittiğini şimdi anlıyorum. Kapıya dönünce yüzünde yine sabahki gülümsemesiyle bakıyor bana. Sonra yavaşça çıkıyor. Yatağa çöküp çiçeklere bakıyorum uzun uzun. Bu gece kendimi ilk öldürüşüm olmayacak ama en azından çiçekler benimle.