ÇIĞLIK

Çığlık çığlığa ağlamak istemedi birikmiş bulaşıklara baktığında çünkü bilmiyordu çaresizliğin gözyaşlarıyla rahatlayabileceğini. Ağlaması gerektiğini, ağlayabileceğini bilmiyordu. Hem insan nasıl öğrenir bunu? Ağladığında başında sıcacık bir el bulmadıysa ve bulamayacaksa nasıl öğrenir ki? Bulaşıklara baktı, dünya üzerinde sadece kendisinin yapmak zorunda olduğu bir işti, böyle öğretmişlerdi. Din kadar dogmatik bir meseleydi. Sızlanmayı bilse sızlanırdı belki de ama o yerinden kalktı ve bulaşıkları yıkamaya başladı. Hayatının kirini çıkaramadığı için bulaşıkların kirini çıkardı. Acı çekerek. Acı vardı evet çünkü İçinde bir kıpırtı vardı. Yedi aylık, erkek olur umudundan başka bir amacı olmayan dördüncü bebeğin kıpırtısı. Yorgundu, avaz avaz bağırılması gereken o yorgunluk her sabah omuzlarında alışılmış ve sorgulanmanın kıyısından geçmeyen bir şeyken, kadın ise yorgunluğunu sadece omuz ağrısı sanıyordu. İçindekine verebileceği sütü vardı koynunda yeri vardı ancak yüreğine dokunabileceği sevgisinden haberi yoktu kadının. Hem tuvalet hem banyo olarak kullanılan o dar alanda ve üstelik yedi aylık karnı omuz ağrısına kürek kürek yük atarken, iki yaşındaki bebeğinin bezlerini yıkarken iki büklüm, yüreğinin damarları bir bir kopmuştu belki de kim bilir.  Ayak tabanları ağrısa bile yemek yapmayı, çamaşır yıkamayı, evi toplamayı biliyordu, mekanik bir şekilde yapıyordu artık bunları. Çığlık çığlığa ağlaması gereken bir yükün altında ezildiğini fark etmeden üstelik. Sadece yapıyordu. Toprağın kahverengi olması gerektiği gibi kadim ve değişmez bir şeymiş gibi, değişmesi akla dahi gelmezmiş gibi, öyle bir kabullenilmişlikle… Kocası saatler önce gelip bırakmıştı çantasını eve. Daha doğrusu kapının önünden vermişti eşyalarını, evdeki beş candan hiçbir sorumluluğu yokmuşçasına yoluna devam etmişti. İşin yorgunluğunu arkadaşlarıyla biraz sohbet ederek, gülücükler saça saça o yana bu yana, topuklamıştı o yükten uzağa. Ve toprağın düşen yaprağı sorgulamadan alıp zamanla içine içine çekerek yaprağı çürütmesi gibi almıştı kadın eşyaları, toprak kadar sorgusuz bir şekilde, içinde çürüyen şeylerin arasına atmak için aldı. Gittikçe uzaklaşan adımların ona bıraktığı yalnızlığı içine attığı gibi aldı, içini kemirdiğini, kuruttuğunu fark etmeden aldı attı ve çürüttü ve her gün bunu ezbere yaptı.. Oysa hayatın ve insanın olağan akışına ters giden bir şeyler vardı bu meselede. İnsan doğanın sabrı en yüksek canlısı ve bir o kadarda aciz aslında olağan akıştan çıkınca. Kadının omuzlarında ağrı, sabır vardı ancak sabır olduğunu bilmeden kanıksanmıştı kadın bunu, dünyaya bunun için geldiğini kabul etmişçesine, ancak içerde bir yerde bir çürüme var ki, hey gidi insan, acizliği karşısında ağlamayı bile aklına getiremeyecek kadar hastalıklı aslında farkında değilse eğer içindeki çürümenin. Kadının içi çürüyordu, duygularını unutmuştu çünkü yedi aylık kıpırtı sadece bir kıpırtıydı bir kaç ay sonra dar tuvalete eklenecek boklu bir bezdi sadece o. Kalbi sadece kan pompalıyor, elleri çamaşır yıkıyor, ayakları bir işten diğerine adımlıyordu. İnsan sevgiyi nasıl aklına getirebilir dört cana tek başına yetmeye çalışırken. Sevgi; başın okşanmadan, sırtına bir yastık konmadan, güzel yüreklendirici bir söz duymadan, şefkatle öpüp koklanmadan nasıl yeşerir bir insanın kalbinde? Bir çiçek su almayınca kuruyorsa karşılığında, insanda kurumaz mı omzunda bir elin yokluğunda? İnsanda kurur, unutur duygularını, sarpa sarar hayatın olağan akışı, mekanikleşir, sadece yapar , yorulur çok yorulur ve kurur, duyguları küntleşir artık. Bebeğine süt verirken tek derdi doyması olur. Bulaşıkları yıkarken tek derdi bitmesi olur. Çamaşırları asarken tek derdi kuruması olur. Oysa emzirirken kendi canından olanı beslemenin verdiği haz değil midir memedeki o sızıya katlanmanın çaresi. Ama kadının elleri hiç sevgiyle tutulmamışken, ondan bebeğini sevgiyle emzirmesini beklemek adalet anlayışına aykırı olmaz mı? Kadının kuruyan çürüyen her seyinden geriye bir tek şey daha da güçlenerek büyüyordu. Öfke… ve bu öfke okşanmamış saçlarınaydı aslında , tutulmamış eline, sıvazlanmamış sırtınaydı, takdir edilmeyen emeğineydi, yüreklendirilmeyen sabrına ve yitirdiği her şeye idi .. Hissettiği şey öfkeydi evet ama bunu neye karşı hissettiğinin farkında bile değildi. Bulaşıklara öfkelendiğini sanıyordu, bezden çıkması gereken boka, dağılan kanepe örtüsüne, yıkanmayı bekleyen çamaşırlara ve ortalığı dağıtan çocuklarına. Çığlık çığlığa bağırıyordu bütün bunlara. Çığlık çığlığa bağırması gereken şeyler pencereden esip geçen bir rüzgar gibi geçip gittikleri için görmüyordu asıl öfkesinin sebebini. Öğretmemişlerdi ona sevilmemeye öfkelenebileceğini. Öğretmemişlerdi ona sevilmeyi. Çığlıkları, o evin içinde, bir duvardan diğerine ve her birinden öbürüne, her gün, çarpa çarpa, duyguları öldürdü.