“Unutulan hatıralar, unutulan duygulardır bir bakıma. Her ihanetin acısı başka, dile dökülüşü aynı sessizliktir. Varlığımın bana ihaneti ile, kıçı kırık bir güruhun terki aynı mıdır? Değildir. Ama sessizlik… Sessizlik hep benimledir.”


Kaldığı sayfayı kaybetme kaygısıyla kitabın arasına koyduğu kalemi çekti ve usulca sehpaya koydu. Kitabı kapattı. Yarısında olduğu bir kitabın aslında sonundaydı. Çünkü sonlar doyurmalıydı. Bir cümle, bir kelime, bilemedin bir nokta dahi doyurucu olmalıydı. Doyduktan sonra yemenin zararlı olduğunu söyleyenler, nasıl olurdu da sarıldıkları her şeyin fazlasının zararını bilmezlerdi? Ya parçalarlardı sevdiklerini ya da boşluğa kalırlardı.


Kitap devam ediyordu. Bir hikaye vardı ve sonuna henüz gelmemişti. Ama hikayelerin sonları hep değişmez miydi? Bu kez de o son vermişti. Birilerinin sınırladığı gerçeklikten bağımsız, gerçek bir gerçekliğe ayağını basmıştı.


Su içti. İçtikçe içti. Günlerini su içmekle geçirdi. Neredeyse böbreklerini kaybetti. Koştu. Derin nefesler ala ala maratonlarını düzdü en baştan, bacaklarını oynatamayasıya kadar… Yazdı. Yazdıkça yazdı. Dizleri çıktı yırtık eşofmanının, o yine yazdı. Neredeyse aklını yitirdi. Uçlarda sürüklenirken; boğulmanın tedavisinin çöl hayatı olmadığını, uçurumlardan düşmenin aksinin yatalak ihtiyardan geçmediğini anlamadı.


Sınırlar, sınırlandırılmış birtakım kurallardı. Onları bilmek, doyasıya sevilmekti. Sınırları çizmek ise zordan sevilmek… Peki ya bilirken aksinden yana olmak? İşte bu da insanca yaşamayı arzulamaktı. Olanı oldurma yetisine sahipken yıkmaktan çekinmemeye hasretti -ve kaybolmuştu işte.


Vücuduna yayılmış, kaçmaya duyulan bu tutkunun esiriydi. Bir tutku tarafından sınırlandırılmıştı şimdi de. Ama bu tutkunun kaynağı neresiydi? Birileri kaçmasını mı istiyordu, yoksa o gerçekten kaçmak mı istiyordu? O kalemin yeri sehpada hazır mıydı, yoksa o gerçekten meydan mı okumuştu simülasyona? Susması gereken yerlerde bağırdığı olmuştu. Peki birilerinin, onun bağırmasını istemediğini nereden bilebilirdi?


Yumruğunu havaya kaldırdığı anlarda, ona kim söylemişti bunu? İçindeki seslerden kaçı ona aitti? İçindeki seslerden hangisi ona aitti? İçinde ona ait bir ses var mıydı? Sonlar, sular, koşular, düşüşler, sanat, kaçışlar… Tanrı'm! Hangisi? Hangileri? Ne kadarı? Var mıydı?


Bir anlık güçle fırladı oturduğu koltuktan. Dairesinin kapısını açıp merdivenleri hızla çıktı. Çatının yüksekliğinden aşağı bakana dek… Koştu… Nefes nefese kaldı. Ellerinden destek alıp duvarın üzerine çıktı. Kollarını açtı ve derin nefes aldı. Gülümsedi. Gerçek bir sona yaklaştı.


 Bir saniye.

 Bu sonu kim yazmıştı?

 Çığlık.