Dik yokuş dizlerini titretmeye başlamıştı. Başını kaldırdıkça zirvedeki kaleye ulaşacağına dair umutları tükeniyordu. O an kaybolmayan ve her an teninde hissettiği güneş “dön, sen buraya çıkamazsın, kim çıkmış da sen çıkacaksın” der gibiydi. Alnından ince ince akan ter dudaklarına süzülünce eliyle hızlıca terini silmeye çalıştı, dengesini kaybetti, can havliyle yamaçtaki çalılığı tuttu. Çalı dikenliydi ama o an önemli olan düşmemekti. Eline baktı, kanıyordu. Öfkelendi, tam küfredecekti ki gözleri aşağıya kaydı. Ne kadar da yüksekti, dağın eteğindeki renkli taş bile görünmüyordu. Hemen gözlerini çekti. Daha zirveye varmadan buradan nasıl ineceğim korkusu kapladı içini. Sonra iyi ki dikenli çalıyı tutmuşum dedi. Bedenindeki küçük bir acıyı daha büyük bir acının diyeti gibi düşündü. Ya düşüp ölseydim dedi kendi kendine. Ölmek zamanı değildi yoksa sevdiği kız başkasına yâr olurdu. Zaten sevdiği kız için çıkıyordu. Herkes uyarmıştı onu, o kaleye çıkılmaz demişlerdi. Çıkmaya çalışırken ölenlerin sakat kalanların hikayelerini bütün civar köyler biliyordu. Sevdiği kızın ninesi sana o kaleden çiçek getirmeyen seni gelin diye koynuna sokamaz demişti yârine. Kaledeki çiçeği sadece sevdiği kızın ninesi, Kutlay Hatun biliyordu. Başka çiçek götürse de kandıramazdı Kutlay Hatun’u. O kaleye çıkacaktı, kavuşacaktı yârine, ölmek yok dedi. Düşündü, acaba Hıdır Osman nasıl çıkmıştı bu kalenin zirvesine? O da Kutlay Hatun'u çok sevmişti demek ki. Hıdır Osman o bölgenin en gizemli adamıydı. Kaleye çıktıktan sonra konuşamaz olmuştu. Sadece Kutlay Hatun’la konuştuğunu söylüyorlardı. O kalede insan başlı yılan görmüş diyenler de vardı. Aklı olan o kaleye çıkar mı deyip arkadaşlarıyla gülüştüğü zamanlar geldi aklına. Sonra kendine güldü, gülerken alnında ter elinden de kan aynı anda damladı sıcak kayanın üzerine. Demek ki sevince insan düşünemiyor dedi. Zaten anası akılsız oğlum akşam çabuk dön demişti. Gerçekten akılsız mıyım ben diye düşündü. Ne olursa olsun çıkacaktı o kaleye, Kutlay Hatun’dan başka kimsenin görmediği o çiçekleri toplayacaktı. Gerekirse Hıdır Osman gibi ben de sadece sevdiğimle konuşurum dedi. Zaten nasıl da tatlı konuşuyor kurban olduğum diyerek iç geçirdi. Amacı o çiçek değildi, sevdiğinin gönlünde yer etmekti. Tırmanırken avucundan akan kan kayaların üzerinde iz bırakıyordu. Artık dayanamaz olmuştu, “ahacık şahit olsun bu kızgın kayalar, seni çok seviyorum” diyerek bağırdı, bağırırken ağladı, korkuyordu. Ölmekten değil sevdiğinin başkasına yâr olmasından korkuyordu. Ne pahasına olursa olsun o çiçekleri toplayacaktı. Adı da belli değildi çiçeğin, Kutlay Hatun’dan başkası bilmiyordu zaten çiçeği. Adını da sevdiğimin adını koyarım onun da pek hoşuna gider diye düşündü. Tam o sırada ayağı kaydı, sağ omzunun üstüne düştü, sol eliyle tutunmaya çalıştı tırnağı takıldı ama taşımadı vücudunu, kırılıverdi tırnağı. Yuvarlanmaya başladı. Kaburgasına battı kocaman bir taş, nefesi kesildi bir anda, babasını kaybettiğinde de öyle olmuştu, böyle acımıştı. Bir anda suyu yüzüne çarptı köyün delisi. Sonra köyün delisi gülerek söylendi.


“Ben sevdim de dellendim,

Çiçeklerimi topladım da geldim,

Vermediler yârimi, izanı kaybettim.”


Gözlerini iyice açtı, güttüğü koyunlar uzaklaşmıştı. Zirvedeki kaleye baktı ve çok şükür dedi. Uyanmıştı. Ellerinde kan yoktu ama kalbi sevdiğiyle doluydu.