Unuttuğum bir şeyi doğduğumdan beri özlüyordum. İnsan bilmediği ve görmediği şeylere de özlem duyar. Dumanların içinden bir elçi geldi. Unuttuğum şeyin sabit bir yeri olmayan bir şehir olduğunu hatırlattı. Aynı hisse sahip olanların şehrin yolunu varoluşlarından beri bildiğini ama üstünün kumlarla, taşla, toprakla örtüldüğünü anlattı. Konuştuğu dilin gözle görülebilen bir alfabesi yoktu. Çünkü "herkesin bildiği" konuşulan dillerin aslinda en hatali iletişim yolu olduğunu biliyordu. Şimdi ise yolumu görebilmem için kumlarıma üflüyor.
Aslında elçiyi gördüğümde ilk hedefim onu bulmakti. çünkü hem çok yakınımda hem de çok uzağimdaydi. Bir labirent vardi. Labirentin girişinde ben varım; çıkışında ise tenha, silik bir ev. Evin içinde düşünmekten çıldırmış yüzü olmayan bir adam. O benim elçimdi. Onu bulmalıydım. Bulmak için okuduğu kitaplari okudum. İzlediklerini izledim. Onu okumak istedim. O benim küçük evrenimdi ve evreni nasil okuyorsak onu öyle okumak, sinir hücrelerimde, kanimda hissetmek istedim.
Hala labirentteyim. Belki çıkış hiç yoktur. İlerlemek vardir. Çok yaklaştığın zaman bile ona ulaşamamak vardır. Narziss ve Goldmund gibi. Birbirlerine bu kadar yakın ama aynı zamanda zıt insanlarin birbirlerini tamamlamasi vardir. Asla "o" olmak, aynılaşmak yok, tamamlanmak var.
İlerledikçe şunu farkettim: Ona giden yol aslında şehrimin ruhunu hissetmemi sağladı. Artik uzaklardan şehrimin sessiz neşesini duyabiliyorum.